Tüketim toplumunun bir parçası olunca sadece sanayide tarımda değil, hayata dair hikayeler üretmekte de zorluk çekiyoruz.

Hazırcı toplum, emeksiz yemek peşinde olan bir halk yığını haline gelince, normal şartlarda çok önemseyip, kutsadığımız değerleri bile çok basit bir şekilde değersizleştiriyoruz.

Herkes kendince kalın demirler içinde bir dünya kurmuş, o dünyanın değişimi gelişimi için ne yapsanız boş. Çünkü oraya bir başkasının girebilmesi pek mümkün değil.

Ne kadar uğraşsanız , gayret gösterseniz de, kast sistemi gibi sınıf değiştirmeniz mümkün değil.

Tek dert saltanatı korumak olunca, o uğurda her yolu mubah sayar hale geliyoruz. İşimize geldiğinde kendi menfaat ve çıkarlarımız için kullandığımız dini milli her ne varsa yerle bir ediyoruz.

Bu hastalık kimden bulaşmıştır, kim bu millete bu kötü hasletleri enjekte etmiştir bilemiyorum ama gerçek manada genlerimizin deforme olduğunu itiraf edebilirim.

En acı verici durumlardan biri de toz konduramadıklarınızın, kendi menfaatleri söz konusu olduğunda, sizi nerelere konumlandırdığına inanamazsınız.

"Değerler mi ne derler mi" öğretisi gibi hayat...

Bizim istediğimiz olduktan sonra ne değerlerin önemi var ne de kimin ne dediğinin.

Toplumsal deformasyon ve yozlaşmanın en güzel örneğini içeren,

Rahmetli Doğan CÜCELİOĞLU'na ait bu güzel öğretiyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bundan çok mu memnunum, elbette değilim ancak halimiz ahvalimiz ancak böyle güzel anlatılabilirdi.

"İşin gerçeği; işte buyuz!"

"Amerika’dan gelen bir misafirime su verdim, boğazına kaçtı, öksürdü, “helal” dedim. Anlamadı. Ne anlama geliyor, diye yüzüme baktı.

Anlatmaya çalıştım.

“Helal” kavramını daha iyi anlatabilmek için “haram” kavramını anlatmaya çalıştım.

Suyu sana helal ediyorum, için rahat olsun dedim.

Helal etmesen ne olur, dedi. “Kul hakkıyla karşıma gelmeyin” anlayışından söz ettim.

Dikkatle dinledi.

Bu dediğin bir değer olarak yaşıyor mu, yoksa bir slogan gibi konuşulan alışkanlık haline gelmiş bir söz mü, diye sordu.

"Ne fark eder eder," diye sordum.

Gerçekten bir değer olarak yaşıyorsa, "Sizin ülkenizde rüşvet ve hak yeme olmaması gerekir,"

"İnsanların birbirini kazıklamadığı bir toplum olmanız gerekir", diye düşünüyorum dedi.

Yüzüne baktım. Göz göze bakıştık. Yalan söyleyemedim.

Biz dedim, yalan söyler, kazık atar ve hak yeriz.

"Ama dürüstlüğü dilimizden hiç düşürmeyiz."

"Güçsüzsen, arkan yoksa, sıradan bir vatandaşsan, bu ülkede hakkını araman çok zor, hakkını elde etmen daha da zor."

Örneğin, rüşvet vermeden bir inşaat ruhsatı alman mümkün değildir. Ve bunu herkes bilir.

Rüşvet alanların çoğu oruç tutar, rüşvet alan belediyeler ramazanda iftar sofraları kurar. Ve bu sofralarda hakkını helal etmekle ilgili konuşursan, Yüce Allah’ın “karşıma kul hakkıyla çıkmayın,” dediği bir dinimiz olduğu söylenir.

Bunu rüşvet alanlar söyler.

Söylediğimiz yalana inanana enayi olarak bakarız ve onu kazıklamaya hak kazanırız.

Ama senin içtiğin suyu helal etmeyi de ihmal etmeyiz.

Peki, neden böyle, diye sordu.

Çünkü biz inanırmış gibi konuşmaya önem veririz, ama konuştuğumuz gibi yaşamaya önem vermeyiz, dedim.

“Mış Gibi Yaşamlar” adında bir kitabım olduğunu ve orada anlattığımı söyledim.

".... -Mış gibi" tanımını anlamakta zorlandı, ama sonunda anladı.

Neden mış gibi, diye sordu. Güldüm, Len yetti gari çok sorma, suyumu haram ederim yoksa, dedim. Doğan Cüceloğlu (29.08.2010)"

"İşin gerçeği; işte buyuz!"

Yalan mı söylemiş üstat, sorarım size şu an "suyunuzu haram etmeyi düşündüğünüz" kaç kişi geçti aklınızdan .

Ben sayamadım da....