Bıktım.Keyifli anılar anlatmak isterken ya da yeni öğrendiğim bir bilgiyi heyecanla paylaşmak isterken buna izin vermeyen tüm koşullardan bıktım.Patlayan bombalardan sonra ölen çocuklara ağlamaktan,acaba biz de aynısını yaşar mıyız diye ağlamaktan,kadın cinayetlerinden,hayvanlara yapılan işkencelerden ve genel olarak ağlamaktan bıktım.Bazı durumları normalmiş gibi karşılaşmaktan da bıktım.Olağanüstü hal gerektiren olayların çabucak unutulmasından da bıktım.Bazı merciilerin bazı kararları alırken kirpiklerinin dahi titrememesinden de bıktım.

20 kasım Dünya Çocuk Hakları günü.Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'yle birlikte 1989 yılından beri çocuk haklarının yasalar ile kabul edildiği gündür,utanç dolu verilerin yüzümüze çarpıldığı gündür.

Kırk yıla yakın olmuş imzalandığı ama hala çocuklara şiddet ve istismar devam ediyor.

Kafka "çocukların çocuk olmaya vakti bile yok" der.Ne kadar da doğru!

Dünya Çocuk Hakları gününde korku filmi senaryolarını aratmayacak şekilde katledilen Muhammed Kendirci’yi uğurladık,O’na ağladık.

Bu basit bir adli vaka ya da üçüncü sayfa haberi olarak geçiştirilemeyecek kadar derin,kan dondurucu bir toplumsal çürümenin tezahürü.Onbeş yaşındaki Muhammed Kendirci'nin,ustası tarafından "şaka" adı altında sadist emellerle iç organlarının patlatılması suretiyle katledilmesi,bir iş kazası değildir!Denetimsiz ve vahşi bir sistemin tam ortasında yok edilmesidir.Bir çocuğun bedeni üzerinde kurulan bu tahakküm,bize sadece o atölyedeki sadizmi değil,aynı zamanda Türkiye'nin sınıfsal haritasındaki korkunç kaymayı ve emek rejiminin çocuk bedenlerini nasıl öğüttüğünü anlatır.

Olayın ardından katilin önce serbest bırakılması ve ancak sosyal medya tepkisiyle tutuklanması ise devletin ve hukuk sisteminin bu sınıfsal konumlanışa verdiği refleksi gözler önüne serer.Yoksul bir çırağın canı,sistemin gözünde "kullanılıp atılabilir" değerdedir…Hukuk mekanizması ilk etapta işlevsiz kalmakta,failin "kasıt yoktu" savunması,çocuğun parçalanmış bedeninden daha muteber sayılmaktadır.Bu durum,Michel Foucault'nun biyopolitika kavramıyla anlattığı,bazı bedenlerin yaşatılmaya değer,bazılarının ise ölüme terk edilebilir olduğu gerçeğinin Türkiye pratiğindeki en acımasız örneğidir.

Muhammed Kendirci'nin ölümü,münferit bir sapkınlığın sonucu değil,denetimsizliğin, cehaletin ve çocuk emeği sömürüsünün normalleştirildiği yapının ürettiği bir cinayettir.

O atölye sadece ahşabın işlendiği bir yer değil,aynı zamanda şiddetin ve cezasızlık kültürünün yeniden üretildiği bir alan olmuştur.

Gözyaşları içinde tamamlamaya çalıştığım yazımı çok sevdiğim italyan şair Guido Ceronetti’nin dizeleriyle sonlandırırken,acısını hiçbir zaman tahayyül edemeyeceğim Muhammed Kendirci’ye ithafen paylaşıyorum;

''Selam sana zavallı uyuyan çocuk, Şakaklarında bir çiçek.''