“Ben direksiyonda değilim ki, arabamı verdim, kaza yaparsa yapan sorumlu olur. Bana ne olabilir ki?” İşte en büyük yanılgı budur. Hukukta “ben verdim, gerisi beni ilgilendirmez” diye bir kolaylık yoktur. Anahtarı uzattığınız anda, sadece arabanızı değil, sorumluluğunuzu da teslim etmiş olursunuz. Böylece farkına bile varmadan kazanın ortağı olursunuz.
Şimdi işin ceza kısmına bakalım. Kaza yapan kimse elbette ilk sorumludur. Yaralama ya da ölüme sebep olmuşsa ceza davası onun için açılır. Ancak iş burada bitmez. Eğer siz bilerek ehliyetsiz, alkollü, küçük yaşta ya da direksiyon başına geçmesi sakıncalı birine aracınızı verdiyseniz, savcı sizi de çağırır. “Dikkat ve özen yükümlülüğünü ihlal” suçlaması yöneltir. Yani hapis ihtimali vardır ve bu ihtimal tamamen sizin seçiminize bağlıdır. Tehlikeyi bile bile anahtarı vermişseniz, mahkeme gözünde artık siz de sanıksınız.
Yargıtay kararları da bunu açıkça gösteriyor. Ehliyetsiz oğluna arabasını veren baba, oğlunun yaptığı ölümcül kazadan dolayı yalnızca vicdan azabı değil, cezai sorumlulukla da karşılaştı. Çünkü kaza ihtimalini öngörmesine rağmen göz göre göre aracı teslim etmişti. Demek ki “direksiyonda ben yoktum” demek, her zaman kurtarıcı değil.
Asıl büyük sürpriz ise tazminat kısmında çıkar. Karayolları Trafik Kanunu’na göre aracın “işleten”i, yani çoğu durumda sahibi, üçüncü kişilere verilen zararlardan sorumludur. Bu öyle bir sorumluluk ki, adına “kusursuz sorumluluk” denir. Yani siz hiç kusurlu olmasanız bile, mağdur yine sizin kapınızı çalar. Bugün ölümlü kazaların ardından açılan davalarda yüz binlerce lira, hatta milyonluk manevi tazminat kararları veriliyor.
“Sigorta karşılar” diye mi düşünüyorsunuz? Bir yere kadar doğru. Trafik sigortası vardır ama onun da bir limiti var. Peki ya limit aşıldığında? O zaman farkı kim öder? Elbette siz. Kaldı ki sigorta şirketleri kader ortağınız değildir. Eğer anahtarı ehliyetsiz ya da alkollü birine verdiğiniz ortaya çıkarsa, önce mağdura ödeme yapar, sonra döner sizin kapınızı çalar. Manevi tazminatlar zaten çoğu poliçenin kapsamı dışındadır. Yani “sigorta var, bana bir şey olmaz” düşüncesi, kazadan sonra kırılan cam gibi tuzla buz olur.
Vale meselesi de tam bir tuzak. Restoran önünde anahtarı verirsiniz, gönlünüz rahat, menüyü açarsınız. Siz tatlınızı seçerken vale dışarıda birine çarpmış olabilir. Siz masada kahvenizi yudumlarken aslında mahkeme salonundaki yeriniz hazırlanıyordur. Çünkü mağdur, valeyi de işletmeyi de sizi de birlikte dava edebilir. Mahkemeler çoğu kez, araç sahibini “işleten” sıfatıyla ödeme yükümlülüğüne dahil eder. Bir tabak yemek, size binlerce liralık fatura olarak dönebilir.
Vatandaşın en sık düştüğü yanılgı şudur: “Direksiyon başında değilsem bana bir şey olmaz.” Oysa hukuk böyle işlemez. Anahtarı verdiğiniz anda yalnızca bir aracı değil, özgürlüğünüzü ve malınızı da riske atarsınız.
Ne demiş eskiler: “At, avrat, silah emanet verilmez.” Atın yerini bugün araba aldı. Atını başkasına veren başına ne gelecekse, arabasını verene de aynısı gelir. Çünkü emanet edilen her şeyin riski sonunda sahibinin kapısını çalar.
Sonuç mu? Masum görünen bir isteğe karşı en doğru cevap basittir: “Kusura bakma, arabamı veremem.” Çünkü bugün dostunuza kıyamadığınız için verdiğiniz anahtar, yarın sizi hem malınızdan hem özgürlüğünüzden edebilir.