Efenim geçen haftalarda dilimiz pabuç gibi, kalemimiz kılıç misali işverenlere karşı çalıştı durdu. Tabi ki sonuna kadar haklılık payı vardı yazdıklarımın onu tartışmıyorum bile ancak diğer tarafta ki durumları da şöyle bir yoklamak gerek diye düşünüyorum.

Ne de olsa hakkaniyetli yazmak konusunda bir hayli titizimdir beni bilen bilir okuyan okur bilmeyenlere de okumayanlara da diyecek sözüm yok hâkim bey kafasındayım ancak okumak konusunda ki kıtlığımız oksijensiz kalan beyinlerin savurduğu cümle ve düşünce çöplüğü ile bir hayli zarar verici boyutlara ulaşmış durumda. Dolayısıyla okuyunuz efenim. Bak en büyük hikâye “Oku” emriyle başlıyor. Hem de bir dağın başında tüm imkânsızlıklara inat. Ama bizim millet okumadan bilmek konusunda uzman tabi.

Onca savunduğu, sözde nice nice ağız dolusu konuştuğu dinin kitabını Arapçasını bırak Türkçesini bile okumuyor. Okuyamıyor. Zaman kıt. Bahane çok. Atmasyon serbest. Yutan da azımsanamayacak kadar fazla. Daha ne olsun ortalık ölü ozanlar derneği gibi kımıl kımıl şair, düşünür, filozof ya da uzman kaynıyor. Neyse bu mevzu epey derin daha da fazla deşmeyelim şimdilik tabi ki.

Gelelim biz şu kurumsallaşamadığını ve kalifiye iş gücünü yönetemediğini söylediğimiz işveren kitlesinin karşısında ki personel kitlesine. Her şeyi devletten beklemeyeceksin bir kere. Kişisel gelişimine dair ne yaptın bu zamana kadar diye soruyorum personele, “Mesai arkadaşıma iyi cevap yetiştirdim dilimi geliştirdim, Hocam.” diyor. Bu dil şu bizim çok muhterem İngiliz kraliyet ailesinin kullandığı yabancı dil değil mi diye bir umutla soruyorum arkadaşa, “Yok hocam bu bildiğin Antep bedduaları” diyor. Az biraz yutkunuyorum geçiyorum diğer sorulara, peki yönetimin seni anlamadığını söylüyorsun örnek olay anlat diyorum.

Başlıyor kurgusal bir boyutta zemini görünmeyen ifadelerle şikâyette bulunmaya, ben demeden anlaması gerekir, görmüyor mu bilmiyor mu gibi ifadeler uçuşuyor havada. Yahu kardeşim yönetici de senin benim gibi bir insan ağzı yerde gözü gökte her şeyi gören her şeyi duyan üstün bir varlık değil. Adama kendini doğru düzgün ifade etmezsen aklından geçeni içinden konuşarak değil söze dökerek tam olarak sorunun ve ihtiyacın ne olduğunu anlatmazsan kâhin yok ki karşında sen demeden bilsin.

Peki, ama anlatıyorum dinleyen yok, dinlese ne olur ki değişen bir şey yok değişse de fark etmez bu saatten sonra bu böyle gelmiş böyle gider diye diye yüreğimi tüketen bahanelerin ardına sığınan motivasyonu düşük, negatif yapıda, kara delik gibi enerji yiyen de bir kitle var hep.

Güzel şehrimin güzel şirketlerinin personel kitlesi de bir düşünsün artık neyi nerde yanlış yapıyorum diye. Israrla inatla inandıkları düşünceler konusunda mücadele veriyorlar mı gerçekten yoksa mızmızlanıp söylenmekten öteye gitmiyor mu bu durum. Araştırma geliştirme, yabancı dil eğitimi ve kişisel gelişim konularında ne kadar girişimci davranıyorlar. Kimse bana demesin fırsat verilmiyor diye. Bak o fırsatları söke söke almak için ne başarı hikâyeleri yazılmış birileri tarafından tarihte.

Yılmadan usanmadan inandıkları şey uğruna ne mücadeleler vermişler okuyan var mı hani. Şu benim alnı çizik arkadaşımız Potter çocuğu dediğim karakterin yazarı J.K Rowling bugün Harry Potter’dan gelen paralarını sayıyor olsa da bu seriden önce neredeyse beş kuruşsuz, depresyonda ve boşanmış bir kadın olarak çocuk büyütüyordu. Yardım parasıyla geçinen biriyken 5 yılda sürekli çalışması ve kararlılığı sayesinde dünyanın en zengin kadınlarından biri oldu. Bizim burada olsa büyüyü sadece bir hikâyede anlatan kadın profili boşandığı adamın ardından intikam alma çabasında olan büyücülerde gezen depresif kadın profiline dönüşür.

Örnek çok arkadaşlar. Mesela, Henry Ford: Ford bugün yenilikçi montaj hattı ve Amerikan yapımı arabalarıyla biliniyor olsa da Ford Motor şirketini kurmadan önce 5 kez battı ve meteliksiz kaldı. Kimsenin iş vermediği zerrece resim kabiliyetinin bulunmadığının söylendiği bir durumda bile pes etmeyip kiliselere malzeme satan bir firmada iş bulup, firmanın satış malzemelerinin resimlerini çizerek başladı Walt Disney kariyer hayatına. Ve kariyer hayatının ilk çalışma alanı, kiralayarak çalışmaya başladığı farelerin cirit attığı bir garaj oldu. O çok ünlü film hayatına farelerle dolu bu garajdan başladı.

Yani kardeşim bahane üretmeden, herkesin korktuğu işi yapmaktan çekinmeden, bugünün işini yarına bırakmadan, insanları yargılamadan, kaynak yetersizliğinden ya da küçük engellere takılıp hemen pes etmeden, kendini başkalarıyla kıyaslamadan, herkesi memnun etmeye çalışmadan, başkalarının olumsuz düşüncelerinden etkilenmeden ve hayatın acı gerçeklerini göz ardı etmeden çabalıyor musun soracaksın kendine. Pozisyonun ne olursa olsun önce kendine düşen vazife ve sorumlulukları ne kadar iyi yaptığına bakacaksın. Hakkıyla işini yapan olduktan sonra kaderin o noktada değişmeye başlıyor zaten. Yani beklentilerimizin haklılık payını beklenilenin verilme payıyla doğru orantılı tutarsak daha adil bir yaklaşım sergilemiş oluruz. Emeksiz yemek cefasız sefa olmaz kardeşim. Aksi takdirde duttuğun altın ömrün de uzun olmaz hiçbir yerde.