Antep ve Antepli düşmanın her gün 105 ve 150lik toplarının bombardımanı altında kalsa da direnme gücünü o derece arttırıyordu. Antep halkının derme çatma silahlı mevcudu hiçbir zaman 2500ü geçmemiştir. Bu 2500 yurtsever kahraman karşısında topuyla, tankıyla 16.000 mevcutlu Fransız kıtaları bulundu. Fransızların ikmal ve iaşeleri Halep–Katma–Kilis yoluyla 800 kadar araba ve konvoylardan oluşan karşılıklı konvoylar tarafından haftada bir kez sağlandığı halde, Antepli çetelerin ikmal işi Ankara–Kayseri–Pınarbaşı–Göksun–Maraş yoluyla 20şer deveden oluşan iki kol tarafından ancak 16 günde bir kere sağlanabiliyordu. Fakat şehirde oturan halk bundan çok az istifade edebiliyordu (S.Uzel).

Bombardıman geceli gündüzlü devam ediyordu. Antepliler sığındıkları mağaralarda ve mahzenlerde oldukça sıkıntı ve perişanlık içinde yaşıyordu. Şehrin aylardır kuşatma altında bulunması, dışarıda yiyecek ve cephane olarak hiçbir şeyin içeri sokulmaması, halkın evindeki ve elindeki yiyeceklerinde tükenmesi sonucu dayanılmaz açlık başladı.

/

Fedai Mehmet annesinin ölümünü hiç hatırlamaz, babasını ise Antep Harbinin başladığı günlerde kaybeder. Hem yetim hem öksüzdür. 12 yaşında kimsesiz kalan Fedai Mehmet memleketine hizmet etmek için gönüllü çeteye yazılır. Kilisde Aslan Beyin yanına verilen Fedai Mehmete bir filinta tüfeği verilir, ama silahı nasıl kullanacağını bilmez ve kısa sürede öğrenir. Aslan Bey Küçük Mehmete postacılık yaptırır, cephe komutanları arasında, siperler içinde mazgalların daracık yollarında civa gibi akar, mekik gibi kayardı.

1937 yılında yayınlanan '7'gün isimli dergide yayınlanan Sahir Uzelin Fedai Mehmetle yaptığı röportajda sol bacağını nasıl kaybettiğini şöyle anlatmıştır:

Fransızlar 21.Kasım.1920de Antepi kuşatmaya başladı, düşman geceli gündüzlü aralık vermeden top atışı ile cephelerimizi dövüyor, çetelere nefes bile aldırmıyordu. Ben ve arkadaşım İsmail, Çelebi Cephesinde Aslan Bey ile çalışıyorduk.

30.Aralık.1920 akşamıydı. Düşman yine hücum etmiş, biz yine büyük bir dayanma gücü ile mazgalları, siperleri koruduk, ancak bir noktadan sonra üzülerek çekilmeye mecbur olduk. Kuşatma uzun zamandır devam ettiği için dışarı ile haberleşme kesilmiş, yapılacak yardımı bekleyecek bir ümidimiz kalmamıştı.

Komutanlarımız bu halimizi dışarıdaki kuvvetlerimize ve bu kuvvetlerin komutanlarına bildirip, onlardan yardım etmelerini istiyorlardı. Dışarıya bu haberi göndermek için benimle arkadaşım İsmaili seçmişlerdi. Aslan Bey bizi yanına alarak beraberce sokak aralarından ve top atışının altında Kürkcü Hanına geldik. Heyet-i Merkeziye toplantı halindeydi. Orada Özdemir Bey, Ferit Bey, İnco Zade Hüzeyin, Belediye Reisi Mehmet Ali, Kahraman Oğullarından Hacı Mehmet ve birkaç kişi daha vardı. Toplantı sonucu durumun dışarıdaki kuvvetlerin komutanı Sam Köyünde bulunan Selahattin Adil Beye bizim götüreceğimiz bir mektupla bildirilmesine karar verdiler.

/

Bunun üzerine Özdemir Bey:

-Yavrularım, şimdi size bir mektup vereceğiz, bunu Sam Köyüne götürüp Selahattin Adil Beye teslim edecek ve cevabını getireceksiniz. Bir tehlike karşısında veya düşman eline esir düşerseniz önce bu mektubu yırtıp atmalısınız.

Bu önemli görevi kabul ettiğimizi Heyet-i Merkeziye huzurunda belirttik, mektubu yerine götürüp teslim etmek için çalışacak ve hatta icap ederse ölecektik de…

Yapacağımız iş çok mühimdi, bu sıkışık ortam böyle devam ederse, Antep mahvolacaktı.

İsmail ile beraber çete kıyafetlerimizi ve fişekliklerimizi çıkartıp perişan, yırtık ve eski elbiselerle dilenci kılığında gideceğimizi belirttik. Yalın ayak, başıkabak, üst baş perişan bir görünümde kimse şüphelenmez diye düşündük.

Özdemirle Aslan Beyler bizi Ali Nacar Camiinin yanındaki son mevziiye kadar getirdiler. Düşman Hacı Babayı işgal etmiş ve sürekli makinalı tüfek mermisi ateşi altındaydık. Yanımızdaki damlardan birinde ise bizim makinalı tüfeğimizin cayırtısı kulakları sağır edercesine ateş ediyordu. Özdemir ve Aslan Beylerle beraber makinalı tüfeğin bulunduğu dama çıktık, etrafı gözetledik, düz bir araziden iki tarafın kurşunlarının yalayıp geçtiği bir ölüm tarlasından geçecektik. İki kumandan benim ve İsmailin yüzlerimizden, alınlarımızdan öptüler ve uğurlar dilediler. Bizi uğurlarken dikkat ettim, ikisinin de gözlerinden yaş geliyordu. İsmail ve ben iki kumandanın ellerini öptük ve

/

-Dua edin, şehit olursak hakkınızı helal ediniz.

Nöbetçi olan Kırmızı Keleşin omuzuna basarak siperin öbür tarafına atladık. Düşmanın hacı baba ve çevresinde olduğunuz anlatmışlardı, ancak gördük ki Sam ve Güceğ köylerine kadar olan araziyi de işgal edip, Selahattin Adil kuvvetlerini daha da gerilere atmıştı. Bu durumu bilmiyorduk.

Derede tarla faresi gibi sağa sola koşarak ilerlemeye başladık, ancak düşman makinalı tüfek kurşunlarını yağdırıyordu. Epey ilerledik, ileride bir bağın hendeğine sığındık, etrafı gözledik. Bu bağın üst kısmında düşman birlikleri sol yan tarafımızda biraz ileride bir süvari kıtası vardı, sonra üzerimize topçu ateşine başladılar. Fransız topçuları çıplak ve 12şer yaşında iki yavruyu öldürmek için alçakça ve utanmadan ateş ediyorlardı.

Birden ateş kesildi, bizi öldü zannetmişlerdi herhalde. Ortalık toz duman idi, bizi bu ortamda göremezler diye hendekten çıkıp üst taraftaki bağlara ve bağ kütüklerinin yeşil kolları arasına saklandık. Dülük istikametine gittiğimizi anlayan Fransızlar 10-15 kişilik müfreze ile üzerimize doğru gelmeye başladılar. Artık kurtulmak imkanı kalmamıştı, esir olacaktık, yere yattım ve mektubu toprağa gömdüm. Gelen süvariler attan inip bizi yakaladılar, üstümüzü başımızı aradılar, tekrar atlara atlayıp dere boyunca bizi önlerine katıp götürmeye başladılar. Dülükbaba istikametine doğru yol almaya başladık, bir subay elbiselerimizi yama yerlerine kadar aradı, sonradan tercüman olduğu anlaşılan birisini çağırdılar ve kim olduğumuzu sordular. Ben cevap verdim:

/

-Kimsesiz, fakir iki çocuğuz, memlekette aç kaldık, dilenemedik, köylerde karnımızı doyurmak ve bir yer bulup çobanlık yapmak için harice çıktık.

Tercüman:

-Aslanın yanında bulunan Küçük Mehmeti tanır mısın?

-Hayır.

Tercüman vasıtası ile Fransızlar bize baskı yapmaya başladılar, onlar ısrar ettikçe bizim inkarımızda inat ve kararlılık gösterdi.

Tercüman aracılığı ile doğruyu söylemezsek hemen orada kurşuna dizileceğimizi anlattılar.

-Kimsiniz, nereye gidiyorsunuz, Aslan Beyi, Özdemir Beyi tanıyor musunuz?, Heyet-i Merkeziye nerede toplanıyor?, söyleyiniz, size üç dakika mühlet veriyoruz.

İki Fransız bize nişan almaya başladı, biz bir taş yığını üzerinde taş kesilmiştik, son nefeslerimizi alıyorduk, ikimiz birden:

-La İlahe İllallah, Muahammeden Resulullah diye salavat getirmeye başladık.

Tercüman tekrar yanımıza gelip eski sorularını tekrarladı, sonra Fransız subay bir şeyler söyledi ve neferler silahlarını indirdiler. Bizi yanlarına alıp dipçikle sırtımıza, ensemize, kafamıza vurarak yürütmeye başladılar. Dülükbabaya geldik, orada ellerimizi ayaklarımızdan, ayaklarımızı ellerimizden kalın birer urganla bağladılar ve akşama kadar ateş gibi güneşin altında aç, susuz yattık.

Akşam olunca 10 kadar süvari bizi aldılar, her birimizi bir süvarinin terkisine bağladıktan sonra hareket edildi. Batalhöyükte ki açık Fransız karargahına oradan da kolejdeki karargaha geldik.

Koleje gelince gördüm ki; üst katları boşaltılmış, Fransızlar Türk topçularının bombardımanından korkarak bodruma sığınmışlardı. Kolej etrafında hendek kazanların Türkçe konuşmalarından Ermeni olduklarını anladım. Bizi, bir tercüman önüne katarak odaya götürdü. Masa başında oturan subay 'Casus olduğumuzu, Özdemir ve Aslan Beyin Antepte hangi binada oturduklarını, Heyet-i Merkeziyenin nerede ve hangi binada toplantı yaptıklarını sordu. Tercüman Antepli bir Ermeni idi, bunun üzerine öfkelenen subay ayağa kalkıp bize birkaç tokat vurdu. Koridorda yarım saat oturduktan sonra Fransız komutan yanında Ermeni tercüman olduğu halde geldi, tercüman;

-Kumandan sizi affetti, haydi gidiniz dedi.

Hayretler içinde kaldık ama kolej binasının etrafındaki nöbetçilerin arasından ve siperlerden nasıl gidebilirdik? Bizi kolejin büyük kapısından çıkarıp gidebilirsiniz dedi.

Tercüman:

-Ulan daha ne duruyorsunuz, eşek oğulları, haydin diye bağırdı.

Biz kapıdan çıkarken Ermeni tercümanın elindeki tabancayı ve arkasındaki iki Ermeni askerin mavzerine mermi sürdüğünü mekanizmanın açılıp kapandığından anladım.

İsmail ile beraber bir tavşan gibi aniden Maraş şosesine doğru fırladık ve koşmaya başladık, arkamızdan ateş etmeye başladılar. Ateş altında 'Maanoğlu Köprüsü' nün yakınına kadar koştuk. İki Ermeni bizi takip ediyordu. Maanoğlu Köprüsünün sağ tarafındaki bostanlardan bir süvari birliği yolu keserek ateş etmeye başladılar. Yani iki ateş arasında kalmıştık.

İsmail ile ikimiz vurulduk ve yere düştük, ateş kesildi. Kendimi yokladım ki iki bacağımdan, İsmaile baktım onda hiçbir ses yoktu. Başından vurulmuş ve bayılmıştı. Biraz sonra önümüze çıkan Fransız birliği yanımıza gelip ikimizi de yerlerde sürükleyerek köprünün sağ yan tarafındaki çukura attılar.

Sabaha kadar o hendek içinde bağırdık, çağırdık, inledik, sızladık, ortalık ağarmaya başlayınca Fransızlar ikimizi bir sedyeye koyup Amerikan Hastanesine getirdiler. Hastanede etrafımızı Ermeni askerleri ve Ermeni hasta bakıcı kızlar sardı. Doktor Şapırtın oğlu yaralarımıza baktı, benim bacaklarımızı pansuman yaptı, fakat İsmaile dokunmadı. Fakat İsmailin yarası ağır ve ölümü yakın olduğu için pansumana bile lüzum görmediler. Ermeni hasta bakıcılar sık sık gelip bizimle konuşuyor ve isimlerimizi söyleyerek gülüşüyorlardı. Anladım ki kimliğimiz anlaşılmış ve yakalanmamız Ermeniler arasında sevinç uyandırmıştı.

/

Bir ara İsmail:

-Mehmet, aman bir damla su, ölüyorum kardeşim diye haykırdı.

Benim başı ucumda duran Ermeniler İsmailin ızdırabıyla, can çekişmesiyle zevk duyuyor ve onunla alay ediyorlardı. İsmaile bir damla su vermelerini ümit ediyordum, bekledim, vermediler.

Öfkelendim, kendi derdimi unutarak ve bütün kuvvetimi toplayarak doğrulup karyoladan sarkarak sürahideki sudan bardağı doldurup İsmaile uzattım.

-Al İsmail sana su dedim.

İsmail elinin tersiyle gözlerinin kandan pıhtılaşan kapaklarını silerek ve kafasını bana çevirdi, İsmail kalkmaya değil kollarını uzatmaya hali yoktu. Son bir hamle yaparak eliniz uzatmak istedi, fakat başaramadı, kafasını benden tarafa çevirerek hasret dolu bakışlarla bana baktı ve kanlı gözleri kapandı. Ve İsmail çektiği acı ile eğlenen Ermeni hasta bakıcılarının gözleri önünde ağzına bir damla su alamadan Rahmet-i Rahmana kavuştu.

Benim yaramı ancak üç günde bir pansuman ediyorlardı. Bir süre sonra Doktor Şapırt yarama uzun uzadıya baktı ve sol bacağımda kangren belirtileri göründüğünü söyledi. Hastaneye yatışımın altıncı gününde diz kapağımın üzerinden sol ayağımı kestiler.

Kahraman Fedai Mehmet sağlam ayağını uzatarak:

-İşte ben bu ayağımın eşini orada verdim, hasta bakıcılar bana kesilen bacağımı büyük bir kavanoz içinde gösterdikleri zaman kendimden tiksindim ve arkadaşım İsmail gibi ölmediğime pişman oldum.

O benim kesik ayağım halen ara sıra rüyama bile girer. Evet, işte şu ayağımın eşi olan o ayak sonra haber aldım Fransaya bile gönderilmiş orada bir hastanenin müzesine koymuşlar.

İşte o günden itibaren ben Kahraman Fedai Mehmet olduğumu açıkladım.

Amerikan Hastanesinde üç ay yattım. Bizim kumandanlar beni kurtarmak için çok uğraşmışlar, çok muharebede bulunmuşlar, ayağımın kesilmesini de protesto etmişler.

Harp hala devam ederken Antepliler benim yerime üç Fransız esiri vermekle beni kurtardılar. Beni Fransızların Antepe teslim ettikleri gün, Anteplilerin bana karşı gösterdikleri hürmeti, şefkati ve yapılan merasimi ölünceye kadar unutamam.

Sevgili dostlarım; işte bu bacaksız ancak onurlu bir yaşam süren Kahraman Fedai Mehmet sağlığında aldığı aylık sadece 22 liraydı. Antep de kolsuz bacaksız harp sakatları bu facianın birer şahidi, birer canlı hatırasıydı. Bu savaşta 6.317 şehit verildi, şehrin küçüklü büyüklü 8.000e yakın binası yerle bir oldu. Geriye kalanlardan ise top mermileri, kurşun ve bomba yaralarıyla yıkılmamış olanı hemen hemen yok gibiydi.

Aziz şehitlerimizi ve Kahraman Fedai Mehmeti rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad olsun.