İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisiydi. Cansız bedeni denizden çıkarıldığında henüz 20 yaşındaydı. İçindeki yaşama heyecanını çoktan kaybetmiş, O’na bir kadermiş gibi dayatılan yoksulluk ve çaresizlik Sibel Ünli’yi canından bezdirmişti.Nitekim öyle de oldu. Ölümden başkaca çıkış yolu bulamayan Sibel, gencecik bedenini boğazın soğuk sularına bıraktığında, acımasız kış koşullarının buza kestiği günleri yaşıyorduk. Oysaki buza kesen sadece kış koşulları değil, giderek uzaklaştığımız insanlığımızla, buza kesmiş yüreklerimizdi.Öğrencilerinin yemeğine uzanacak, onların öğünlerini gasp edecek kadar alçalmayı göze alan üniversite yönetimi aldığı karardan çark etti. Aynı yönetim basına yaptığı açıklamada “Öğrencilerin talepleri doğrultusunda karar vermek” gibi garipliklerle ve tezatlarla dolu bir açıklamayla zevahiri kurtarmaya çalışsa da.Ölen öldü. Giden gitti. Sibel Ünli bir daha geri gelmeyecek. Yemek kartındaki 1.45 kuruşluk kalan son parası ne gibi anlamlar içeriyor hiç düşündünüz mü? Şahan Gökpınar’ın dediği gibi “O’nu doyuramadık, koruyamadık, okutamadık”Oysaki Cumhuriyet kimsesizlerin kimi değil miydi? Sibel’i kendi içinde bu kadar yalnızlığa iten, onu çaresizlikle başbaşa bırakan neydi?Toplumsal duyarsızlık, ortak yaşam ülküsünden uzaklaşmak, “ben” merkezli yaşam, paylaşımcılıktan uzak egoistik çelişkiler, sınıflar arasındaki statükonun giderek derinleşmesi ve belkide en önemlisi koruyucu sosyal devlet ilkesinin kendini doğal seleksiyona bırakması olarak sayabiliriz. Sabah haberlerinde yüzleştiğim bu acı haberle bir kez daha irkildim. Lokmalar boğazıma dizildi, gözyaşlarıma hakim olamadım.“İyiki, bu ülkede yönetici değilim. Yoksa bu acıya nasıl yaşardım” dedim. Yüksek sesle düşündüm. Hani Fırat’ın kıyısındaki kuzu misali, boğazın sularındaki Sibel’in hesabı var ya. Ümmetiyle, halifesini düşündüm. Sonrasında kölelerini düşündüm modern çağın sırtından kırbaç eksik olmayan, adı kan, soyadı gözyaşı, hayatı kader diye yutturulan köleleri ve firavunları.Sonra o firavunların annelerini ve babalarını düşündüm. Makberinde dört dönen, takla atan. Kabir kabir gezen anayı ve babayı.“Biz nasıl evlatlar yetiştirmişiz? Ne ara taşa dönüşmüş kalpler.” Yeryüzündekilerle merhamet etmeyenleri, şikayet etmişiz göklerin sahibine! Sibel Ünli, en aziz varlığını canını verdi. Vicdanınızı rahatlatmak ve kirlerinizden arınmak için aldığınız kararı, bir lütuf gibi iptal ederek gerisin geri yeniden vererek kazanılmış hakkı. Temizlenemezsiniz. Münferit bir hadise diyerek geçecek, vicdanıyla cüzdanı arasına sıkışmış yandaş medya.Yönetenler, kibirin, görgüsüzlüğün doymak bilmeyen sonu gelmez ihtirasların peşinde bu ölüme tınmayacaklar.Ancak bu utanç hepimize yetecek artacak bile. Dönüştürülen Cumhuriyetin 100. yılına bir nefes kala ne kadar bozdurup, harcasakta bitiremeyeceğimiz koskoca bir utanç.Ancak emin olduğum bir şey var. Hesap vermesi gerekenler önce muhasebeye uğrayacaklar. Sonrasında seyahat edecekler bilinmeyene doğru.Ya bugün, ya da yarınlarda.Ya bu dünya da, ya da bir başka alemde.