Neden yazıyorum biliyor musunuz?Üstelik sıfır beklenti ile!
Kimse beni bağlamaz çünkü.
Beni sadece duygularına düşüncelerine ses verdiğim, hak arayan toplum ilgilendirir.
Sadece mağdurun kelâmıdır, yanımda kıymetli olan.
Sadece mazlumun ahıdır, mürekkebime mürekkep katan.
Yazımı yazar, noktayı koyarım.
Gerisi mühim değil!
Anlayan anlar.


Yazıyorum çünkü ezilenler var.
Yazıyorum çünkü hakkı yenenler var.
Yazıyorum çünkü inancım var.
Dilsiz şeytanlardan iflahı kesilmiş şu gariban toplumun, seslere, cümlelere ihtiyacı var.

Her geçen gün ayarı bozulan düzende tüm kötülükleri ve yalanları ile gerçeğin üzerini kapatmaya çalışanlara inat, gerçek yazan birilerine ihtiyaç var.
Kalemine dünyevi çamurlar değmemiş, algı kirliliği yaratanların aksine, algı temizliği yapmaya çalışanlara açlık var.

Yazıyorum çünkü karaktersiz kalabalıkların hain planlarına incir ağacı dikesim var.
Yazıyorum çünkü ben yazdıkça kıvranan hazımsız bir kitle var.
Yazıyorum çünkü ben yazdıkça cin cücüğü gibi kendi aralarında vızıldayanlar var.
Yazıyorum çünkü bu vızıldayan cin cücüklerinin her şeyi babalarının malıymış gibi gören hadsiz bir yaklaşımı var.
Yazıyorum çünkü yengeç sepeti sendromunda olduğu gibi kendi mutlu olamadığı, başarılı olamadığı için başkalarının da mutluluğuna başarısına göz dikip, milleti aşağıya çekmek için çabalayanları ifşa edesim, psikolojik baskı altına alasım var.

Yazıyorum çünkü hasetliğinden iyiyi takdir edemeyen kopyacı bir kitleyi hayal kırıklığına uğratasım var.
Yazıyorum çünkü tekdüze çıkan papağan gibi seslerin arasında başka tınılara ihtiyaç var.
Yazıyorum çünkü benlik aşkında kendilerine bakmaktan gözleri kör olmuş bir takım kimselerin gözlerini açasım var.
Yazıyorum çünkü bu dev aynasında kendini yitirmiş egoistlerin bile kendi varlıklarından usanmışlıkları, farkında olmadan kaybolmuşlukları var.

Yazıyorum çünkü gözlerimin içine bakan evlâtlar, gençler, minik bakışlar var!

Yazıyorum çünkü bu memleketin ekmeğini yiyip, atalarının canıyla kazanıp hediye ettiği bu mirasın içinde başka milletlere muhtaç olmadan yaşayan her bir çağdaş cumhuriyet evlâdı gibi bu vatana borcum var.

Yazıyorum çünkü bugün bile hâlen acı haberleri ile yüreğimizi dağlayan gencecik şehitlerimize borcum var.

Yazıyorum çünkü beni buram buram tarih , buram buram memleket kokan yollarında yürüten, beyranıyla fıstığıyla, ramazan kahkesiyle peynirli künefesiyle, döven önünü çay molası, hakiki insan sohbetleriyle büyüten, selamını verip girdiğimiz her evin sofrasına lokmasına paydaş olduğumuz eli gönlü bol, dili sözü güçlü, mert dürüst ve de aydın kimselerin sözleriyle yeşerten bir şehre, bir Gaziantep evlâdı olarak borcum var.

Yanında arabadan çok insanı öğrendiğim Ustam Tofaş Mamet'e, çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği şimdilerde Antep Sepeti dedikleri mekânın ve o çevrenin en kıymetli adamlarından biri duayen insan Abdullah Kazaz' a, konuşmasını ve hitabetini sahneye çıkmış bir sanatçıyı dinliyormuşum gibi hayranlıkla izlediğim, kendi evladının adını bana veren asil adam doktor Niyazi Özçelik'e, mesleğinin üstadı memleketinin hakiki adamı müthiş doktor Yılmaz Arıkan'a, sohbet ederken insanı yeşerten, hakkaniyetli insan, gülüşü güzel Cemil Kanalıcı'ya, gerçek bir Gaziantep beyefendisi olan ve yanına her gittiğimde mutlaka birşeyler öğrendiğim, mesleğinin en iyi isimlerinden Güngör Ceydeli'ye, her şeyini mesleğine adamış, eğitimime en büyük katkılardan birini sağlayan, insanın ruhuna ruhuna dokunan nadide eğitimci Meltem Elmacıoğlu'na, odasına giderken ancak yürek yiyip gidebileceğiniz idealist Akademisyen Elif Leyla Toprak'a, yanında yürümekten çekinmeyeceğim hiçbir çıkmaz ve karanlık sokağın olmadığı, adam gibi adam yüreğimin ince sızısı Mürşit Mesut Güler'e, sanat insanı efsane öğretmen "Müzik bir hayattır" felsefesiyle hayatını, eline aldığı her müzik aletini çalarak ifade eden, teşvikiyle çok küçük yaşlarda televizyon ve sahneye çıkarken beni korkularımdan arındırıp, gitar çalıp şarkı söyleyerek kendimi bulmamı sağlayan Yaşar Cıkcıkoğlu'na, elinin bereketi ile beni bizzat büyüten, reçeller yapmayı turşular yapmayı öğreten anne yarım Ayşe Fatma Güler'e, ticaret zekasına hayran kaldığım, müthiş zekası ve esprileriyle bana dedelikten öte arkadaşlık eden Mehmet Şakir Güler'e, okul hayatımda tenefüs aralarında piyano çalmak için başının etini yediğim Hamza dede'ye, karnelerimi incelerken küçücük bir çocuğa nasıl büyük bir ciddilik ve özen ile yaklaşılması gerektiğini bizzat gösteren, disiplini ve asil duruşu ile hep saygı duyduğum Ziya Sayan'a, oto sanayinin en iyi berberi, babamla traş koltuğuna nice kez oturdugum saçın piri berber Süleyman Amca'ya, özel muayenehanesinde birilerinin baş belası olmam için bu dünyaya gelmeme yardım eden canım doktor amcam Mustafa Zincircioğlu'na, Gaziantep Kolej Vakfı'na ilk girdiğim gün masmavi bakışlarıyla beni tüm sevecenliği ve samimiyeti ile karşılayan Metin Tezel'e, okumadan öte, okumayı sevdiren canım ilkokul öğretmenim Şengül Göğüş'e, her yemek molalarında yemeğimi alıp, cefamı çeken pehlivan abim Selahattin'e, çikolata depom Muammer abim'e, fıstık ezmemi hiç eksik etmeyen Abdullah Abuşoğlu'na, bu şehrin ve ülkenin bugün önemli yerlerinde olan çoğu insanını, ilmik ilmik emekle işleyerek büyüten, yerleri asla doldurulamayacak Ahmet Şen, Serpil Demir, Salih Tecirli, Zeynel Özpolat gibi kaybettiğimiz nice güzel efsane öğretmene sahip efsane okul GAL ve tüm eğitimcileriyle birlikte tüm emekçilerine ve tabiki cumhuriyeti gençliğe emanet eden Mustafa Kemal'e, "Onlar benim kardeşimdir." diyen Muhammed Mustafa'ya borcum var.

E borç yiğidin kamçısıdır.
Özüm dövmez zira, ödemeden gitmek olmaz.
Sonuçta öküz ölür, gönü kalır; yiğit ölür ünü kalır.

Ustam seslendi bir gün;
Bak çocuk, hararet yapan bir motor var burada.
Kontak kapat aç, motoru dinleyeceğiz. Motorun çalışmasını izledik bir kaç dakika.
Bir ayağını kırdı hafiften, baktı öylece.
Merak ediyordum napacak diye.
Yevmiyem gofretin hayali aklımda, gözümün ucu ustamda.
Bilir ben muzurumdur durmam yerimde, daha anaokulunu bilmeden, arabayı çalıştırıp kaçırma eğilimi olmuş minik bir canavarım ne de olsa.
(En son babamın, kafanı koparırım haykırışını hatırlıyorum orası ayrı tabi o kısmı geçelim, hazır değilim anlatmaya.)

Sonra bana baktı gülümsedi.
Hiçbir sorun yok gibi görünüyor, her şey sanki normal gibi. Değil mi?
Evet usta.
Her şey normal görünüyor ama su kaynatıyor yine de motor.
Öyleyse sorun nedir?
İşte bu normallik yanıltır adamı!
Aldanma!
Normal gibi görünenin altında arayacaksın sorunu.
Sorun yok gibi görünüyor ama su kaynatıyor ise motor, su eksiltiyor demektir araba.
Hele kalorifer peteğine bakalım.
Petek delinmişti.
Ve su sızdırıyordu.

İşte bizim toplumda böyle şimdi.

Her şey normal gibi görünüyor ama aslında toplumun fokur fokur kaynamasına neden olan bir hararet var ortada.
Bir kaçak var.
Bir sızıntı var.
Bir delik var.
Kara delik!

Kalbi kararmışların, bile bile sapıtmışların, doğru yoldan sapmışların ve de inatla kafasını kuma gömmüşlerin açtığı kapkara bir delik bu.

Öyle ki; ne kadar doldurursan doldur illaki sızıyor bu kara delikten.
Dürüstlüğe karşı yalan.
Çalışkanlığa karşı tembellik.
Samimiyete karşı samimiyetsizlik.
Üretime karşı tüketim.
Bilime karşı bilgisizlik.
İlime karşı yobazlık.
Sanata karşı teşhircilik.
İnsanlığa karşı canilik.
Aşka karşı basitlik.
Dostluğa karşı hainlik.
Emeğe karşı hırsızlık.
Gerçeğe karşı tiyatro!


Öyle ki; ne kadar doldurursan doldur, eksiliyor bir yerden.
Ayrılamıyoruz başladığımız yerden.
Dönüyoruz çıktığımız noktaya.

İnsanların kapasite ve yeteneklerine göre değil çevrelerine göre, yandaşlık ve yedirme seviyelerine göre istihdam edildikleri, bir kişiye bir de unvanına ve kurumuna baktığımız zaman hayretler içinde kaldığımız, idrak sorunu yaşatacak kadar alakasız olan yanlış istihdam politikalarıyla, duymaktan artık içimizin şiştiği, birilerinin sanki birşeyler biliyormuş havası yaratmak amacıyla kullandığını düşündüğümüz ancak bir türlü varlığını göremediğimiz "liyakat" kavramıyla, istatistiklerin ağlaya ağlaya haykırdığı işsizlik, eğitimsizlik ve toplumun çöken psikolojik dengesine yokmuş gibi tutumlar sergileyen hatta bu kötü ortalamaları iyileştirmek için gençlerin geleceği ile oynamayı bir çözüm önerisi olarak sunabilecek kadar yıkıcı olan, bomboş ve de duyarsız yaklaşımlarıyla, el iyisi ev delisi uygulamalarıyla kendi vatandaşımızdan daha üstün kıldığımız başka milletlerin varlığına her itiraza sürekli kılıf uyduran bakış açılarıyla, mobbing'in baş kentlerinden biri olma yolunda ilerliyoruz diyen tüm uzmanların, mağdurların bu tezinin çeşitli olaylarla her gün kanıtlandığı sesine kulak tıkayan tercihleriyle, sanki çok iş yapıyorlarmış, üretiyorlarmış, çalışıyorlarmış gibi görünüp de aslında sadece bireysel varlık gösterdikleri unvanlarıyla, maskelerin çeşitliliği ve arsızlığın prim yaptığı "formalite" ortamlarıyla, kimseye özellikle topluma beş kuruş faydası olmayan içi boş organizasyonlarıyla, günü kurtaran ve çoğunluktan çok belli bir azınlığın çıkarlarını gözeten sığ politika ve anlayışlarla ağırlasınlar bakalım birbirlerini bu körler sağırlar...

Gün gelir ağaca baltayı vururlar da, "Sapı bedenimden!" der, elbet.
Zira bir Antep atasözü der ki;
Kazanına ne korsan, çömçende o çıkar.