1950'li yıllarda Gaziantep'te önemli sayılan, bu gün kaybolmuş meslek dallarından olan bazılarını size hatırlatmak istiyorum değerli okuyucularım. O yıllarda her evde, tuz, diğer çeşitli baharatlar, pekmez, ekmek, kuru baklava, unlu helva gibi gıda maddeleri konan, küçüklü, büyüklü ölbeler vardı (içi dışı parlak tahtadan, ince, yuvarlak, içi boş, bir nevi kutu). Şimdi kaç evde var bilemiyorum. Tek tük kaldığı muhakkak. Ölbe artık yapılmıyor veya birkaç yerde hatıra eşyası olarak belki yapılıyordur. Bir Gaziantep seyahatimde ben merak ettiğim için aradım, eski tip ölbeleri bulamadım. 1950'li yıllarda ölbe, en çok ekmek ve tuz kutusu olarak kullanılırdı. Ekmek ölbesinin üstü kapaklı idi, üst kapak yarım açılır, kapanırdı. İçine yenmeyen fazla ekmek (o yıllarda tırnaklı ekmek dediğimiz daha ziyade çarşı ekmeği) konurdu. Ölbedeki ekmek kolay kolay bayatlamaz, uzun süre dayanırdı. Tuzun ölbede olmasının, bir şair öğretmenle de ilginç kısa bir öyküsü var. Şair öğretmen, ev hanımı olan karısına, bir gece mehtabı seyrederken romantik bir şiir okumuş, kadın da şiiri sevmediği için adama dönmüş "ben onu bunu bilmem, ölbede tuz yok" demiş. Bir başka sefer de, çok şiir yazmasını değişik bir tarzda eleştirmiş ve " çal kalemi, çal kalemi, ölbede tuz yok" diyerek, yazıyorsun da ne faydası var demek istemiş. İşte ölbe, böyle bir espriye de konu olacak kadar yaygın bir ev eşyası idi. O yıllarda İstanbul'a hediye olarak götürülen kuru baklavaların ve unlu helvaların ölbe kutuları da çok şıktı. O kutularda baklava ve helva, hem güzel görünür, hem de uzun süre dayanırdı. Yine hasırdan tutma saplı küçük dut sepetleri (külek) denen kaplar vardı. Yaz aylarında içine dut konur (yarım veya bir kilogram kadar), çarşıda küleği ile beraber satılırdı. Bu alışkanlık neden kalktı anlayamadım. Dut koymak için, daha güzel başka bir kap, ben düşünemiyorum. Yoksa dut yemek mi kalktı? Halbuki dut, güzel bir yaz meyvesidir, reçeli, şurubu, dondurması bile vardır. Bir de haratçılık denen, marangozluğun ince bir meslek dalı vardı. Herkesin becerebileceği bir iş değildi, ustalık isterdi. Harat ustası, iki ayağı arasına, kemane tabir edilen dönen harat aletini sıkıştırır, elindeki keski aletini ustaca tutup, şekil vereceği dönen yuvarlak tahtaya dokundurarak, estetik şekilde yontup, göze güzel görünen ev eşyaları üretirdi. Yufka açmaya yarayan oklavalar, baklava yufkası açmaya yarayan özel oklavalar, çocukların ip takarak çevirdiği değirmi (topaç) oyuncak, ip sarılan çeşitli makaralar, küçük çocuk iskemleleri, soğan tahtaları, çeşitli küçük dolap ve oyuncaklar, tahta kaşıklar v.s. birçok eşya yapılırdı. Güzel estetik şekiller verdiği için, harat demek, sanki estetik demekti. O nedenle, eli, ayağı, bileği güzel olan birine "harat'tan mı çevirttin" diye espri yapanlar olurdu. Ben Gaziantep'e son yıllarda gittiğimde, harat'a rastlamadığım gibi, ölbe ve külek de bulamadım, meraktan aramıştım. Hiç olmazsa bir kaç esnafımız bu işlere devam etse, faydalı olur, nostaljik dokunun korunmasına katkısı olur diye düşünüyorum. Körükçülük de kalkmış, halbuki mangal keyfi devam ediyor. Terleye terleye gazete ile veya bir kartonla mangaldaki ateşi yellemek, daha kolay olmasa gerek. Körükler o yıllarda belki pek şık görünümlü değildi. Fakat ateşin yanmasına çok katkısı olurdu. Bu yıllarda istenirse çok şık görünümlü yeni körükler yapılabilir ve küçük sanayide yerini tekrar alabilir görüşündeyim. Taş yontuculuğu, takunyacılık, şerbetçilik, tenekecilik, çıkrıkçılık, semercilik, yemenicilik, kalaycılık, küpçülük gibi meslekler de kaybolmaya yüz tutmuş, birkaç yerde babadan kalma meslek olarak az sayıda esnaf tarafından ara sıra yapılmaktadır. Halbuki bu meslek sahiplerinin ürettiği eşyalar halen birçok evde kullanılmaya, hatta hatıra eşyası olarak saklanmaya devam etmektedir. Bence bu meslekler tekrar canlandırılmalı, birçok işsiz hemşerimiz tekrar iş sahibi olma zevkine erişmelidir. İstihdama faydası vardır, işsiz kalmaktan iyidir. Bu günün teknolojisi ile bu meslekler, daha kaliteli ürünler üretebilirler. Şerbetçilik de azaldı. 1950'li yıllarda her köşe başında bir şerbetçiye rastlardık. Bilhassa yaz günlerinde günde birkaç bardak soğuk şerbet içtiğimiz, bu yolla serinlediğimiz olurdu. Meyan kökünden yapılan şerbet, tadı çok güzel, rengi siyaha yakın koyu kırmızı ve hoş kokulu idi. Şerbetçi, içi şerbet dolu tuluk tabir edilen kabı, çapraz askılarla vücuduna bağlı olarak sırtında taşırdı. Bu kap, galvanizli saçtan veya sarı bakırdan yapılırdı. Bu kabı tenekeciler yapardı. Demir tuluğun sırtı ağrıtmaması için arkalık giyilirdi. Ayrıca şerbetçi yanında, içinde su olan ibrik benzeri küçük bir kap taşırdı. Şerbetçi şerbet içilen su bardağını bu kaptan döktüğü su ile yıkardı. Şerbetçinin elinde sarı bakırdan yapılmış, birbirine vurdukça çın çın ses çıkartan iki tas bulunurdu. Bu taslarını birbirine vurarak geldiğini ve şerbet sattığını duyururdu. Şerbetçinin önünde bel hizasında, beline bağlı, bardakların ve tasların bulunduğu göğüslük bulunurdu. Zaman zaman bazı ailelerin, bir hayır vesilesi veya ölmüşlerini anmak için bir şerbetçi ile anlaşarak, mahalle ve sokak halkına, bir tuluk dolusu şerbeti bedava olarak dağıttıkları görülürdü. Çocukların ellerinde tas ve kazanlarla bu hayrat şerbetten alma kuyruğuna girmeleri güzel bir görüntü oluştururdu. Şerbetin o yıllarda sokak ve caddelerde satılırken, bardak yıkma sonunda suyun yere dökülmesi veya bardakta kalan artık şerbetin yere dökülmesi olayı, yerlerde bir kirlenmeye sebep olduğu için, zamanla şehrin ana caddelerinde satışının yasaklandığını, bu suretle şerbetçiliğin azaldığını sanıyorum. Yine de bazı semtlerde ve eski çarşılarda şerbetçilere rastlıyoruz. Ben bu faydalı içeceğin, bilhassa yaz aylarında, pastane ve dondurmacılarda satılmasının, hijyen açısından çok daha yararlı olacağı görüşündeyim. Kalın sağlıcakla değerli okurlarım. Erol Güngör.