Oysaki aslolan eskiye eskitmemek, eskiyi de yeniye herhangi bir sarsıntıya meydan vermeden bağlamaktı.
Ancak biz ne eskiyi tanımlayabildik, ne de yeniyi inşaa edebildik. Toplum olarak her iki cephede de yenilgilere abone olmuş bir ruh halinin girdabında debelenip durmaktayız.
13 Nisan 2011 takvimlere düştüğü gün Gaziantep?in geçmişle günümüz arasındaki bağlarından biri daha koptu.
Araştırmacı ve yazar Abdullah Özer?in ahir ömrü bu dünya hayatında sona eriyor ve nüfustan düşüyordu. Ancak mavera ülkesinin yurttaşlığıyla yeni bir hayata merhaba derken bu kez taze bir başlangıç için yeniden kayıtlara geçiyordu.
Abdullah Özer için bir taraftan büyüğüm diğer taraftan arkadaşımdı dersem kendimi abartıya kaçmış saymayacağım.
Gecenin ilerleyen bir vaktinde kaleme aldığım bu yazı bana Yahya Akengin?in ?Geceyarısı Yazıları?nı anımsattı.
?Gece yarısı yazıları, aslında edebiyat ve düşünce ürünlerinin omurgasını oluşturur. Kalemin gece saatlerinde inşaa ettiği yapıya gündüzleri eklenenler boya badana gibi ayrıntılar olsa gerek?
Evet, kalemin düşünceyle halvet olduğu gece yarılarında kurulan yazılara günün ilk ışıkları ne gibi katkılar sağlayacaktır bilinmez ama yaşamın zamanı birer biber eğirdiği bir gerçek.
Her doğan günle yaşamı tüketiyoruz. Gecenin gündüze gündüzün geceye tekamül ettiği her geçen gün yeni bir günü karşıladığında bağrında sinlenen gizemin ne olduğu tartamıyoruz.
Ancak niyeti hayra, imanı selamete yorarak zamanı içiyoruz.
Büyüklerin bedenlerini kırmızı bir karanfil gibi usulca toprağa yatırıyor, onların yerine bu kez bizler büyük oluyoruz.
Bu yitip gitmeler, bu ölümler, benim düşünce silsilemi her seferinde yeni ve daha kapsamlı düşünmelere fazlasıyla açık hale getiriyor.
Cemil Cahit Güzeybey, Orhan Barlas, Abdülmecit Belli, Ömer Arpacıoğlu, Seyfi Yurtsever, Hüseyin Bayaz, M.Oğuz Göğüş, Asaf İlbay, Ökkeş Sevim ve bu ?gidimli gelimli? dünya denen kervanın son yolcusu Abdullah Özer.
Bu saydığım isimlerin ahirete teşriflerine tanıklık ettiklerim, elbette bu kısa listeye dahil edemediklerim, unuttuklarım vardır.
Benden öncekileri yad?ımın dışında tuttum, benden sonrakilerinde kefili değilim. Zira o zaman da geldiğinde ben olmayacağım.
Hülasa, asıl konuya gelelim. Gaziantep yetiştirdiği bu değerlerin ne kadar farkında?
Yakın bir geçmişte yitirdiği bu değerlere ne kadar ehemmiyet gösterebilmiş?
Kendi bünyesinde sakladığı kültürel değerleri ve bu kültür adamlarını şehir ahalisiyle ne kadar buluşturabilmiş?
Osman Terkan misali görsel basının temsilcileri ellerine mikrofonu alıp gelişi güzel bir sorgulamada bulunsalar isabetli kaçta kaç bir yüzde yakalayabilecekler?
Doğrusu bu soruları yöneltecek olan mikrofon erbapları dahil acaba unutulmaya yüz tutmuş bu kültür adamları hakkında yeterli bir bilgiye ve birikime sahiplermi?
Gaziantep?te Belediyeye ve Vilayet makamına bağlı olarak çalışan Kültür Müdürlükleri var. Bu birimler rutin ve programa dahil faaliyetlerin dışında ne yaparlar, bunun sorgulamasında yarar var.
Kültür Müdürlükleri salt masa, sandalye, şatafatlı binalar ve gıcır gıcır makam arabalarının dışında, bu şehre ait herşeyin bileşeni olmalıdır.
Burada sözüm atanmışlardan ziyade seçilmişleredir. Cemil Cahit Güzeybey?in, M. Oğuz Göğüş?ün, Hüseyin Bayaz?ın vesair kıymetin Gaziantep?le yeniden bütünleşmesi ve buluşması adına ?Anma Haftaları?mı tertiplenmiştir? Genç kuşakların etrafında kenetleneceği ve Milli Kültür şuurunu diri ve taze tutabilme çabası adına bu isimlerden herhangi biri için yarışmalar mı düzenlenmiştir? Ödüllermi konulmuştur? Hayır.
Varsada yoksada 2500 yıl öncesine ait Kommagene Krallığı?nın kirli mirası ve çingene kız tasvirleri o kadar
Gaziantep?I uzak geçmişinden soyutlamıyoruz, ancak Belkıs?I zeugmalaştıran anlayışı yakın geçmişide aynı şefkat ve şuurla kucaklamaya davet ediyoruz.