Değişimin baş döndüren bir hızla kuşattığı bir Gaziantep gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Peki, değişim pozitif yönde bir gelişmeyi mi, yoksa başkalaşmayı mı işaret ediyor?

İşte burada durmak ve düşünmek zorundayız.

Demografisi hızla değişen, insan çeşitliliği açısından adeta bir kavimler çorbasına dönüşen Gaziantep’in son çeyrekte yaşadıklarını irdeleyelim.

Geçmişte insanların yazdıklarıyla, birikimleriyle, kültür ve sanata yaptıkları katkılarıyla değer bulduğu kentin yerinde yeller esiyor.

Kitapçı dükkanları hızla kapanıyor, yerlerine kebapçı dükkanları açılıyor. İnsanlar yedikleri, içtikleri mekanların paylaşımlarıyla dikkat çekmek gibi bir gariplik içinde huy değiştiriyor.

Varsada yoksada, kebap, baklava, lahmacun, tost, dürüm. Falancanın yeri, filancanın lezzeti, ciğerci bilmem kim, kebapçı falan usta, dürümcü filanca, tostçu bilmem hangisi.

Gastronomiydi, lezzet turizmiydi derken hızla bir yanımızı öldürüyor, bir diğer duyumuzu köreltiyoruz.

Elbette insanlar yiyecek, içecekler, damak zevkini tadacaklar. Ki, bu kültürümüzünde bir parçası ve olmazsa olmazımız.

Ancak kantarın topuzu kaçınca, hep birlikte işi gücü yemeğe, damakla dilin arasındaki lezzet yolculuğuna bağlayınca, bazı şeyleri değil, çoğu şeyi unutuyoruz.

Kenti yönetenler adeta söz birliği etmişçesine “siz yemenize, içmenize bakın. Para kazanın, hayatınızı yaşayın. Gerisini merak etmeyin. Biz sizin yerinize düşünür ve tatbik ederiz” gibi bir anlayış içinde.

Ortak aklı çoğaltamıyor, taşı taşa çarparak toplumsal uyanışı sağlayacak elektriği elde etmek istemiyorsak, akıl ve izanı ancak ve ancak acıkan yerlerimizin doyurulmasına endeksliyoruz demektir.

Ki, ülkemizin ve kentimizin geldiği ve sürüklendiği nokta ortada.

Dev dalgalar gibi, kasırgalar gibi üzerimize abanmaya hazırlanan sorunlar yumağıyla tanışmaya ramak kaldı.

Biz hala uzandığımız güzellik uykusunun rehavetiyle tatlı rüyalar görme ısrarındayız.

Kenti yönetenler, düşünen ve yazanlarla, toplumsal muhalefetle, kültür ve sanat adamlarıyla toplantı yapmıyorlar.

Aykırı ses istenmiyor, dağın görünen yüzüyle yetinme siyaseti, dağın arkasını işaret edenlere antipatiyle bakıyor.

Onlar gibi düşünmediğiniz için sizi karşıt ilan ediyor, boynunuza düşman yaftası asılıyor.

Halbuki onlar sizin insan dostlarınız, kardeşleriniz, aynı şehrin caddelerini, sokaklarını paylaştığınız, havasını soluduğunuz hemşehrileriniz.

Aksi durumda herkes kaçacak, ancak yine o kargaşa ve kaosta yine onlarla hemhal olacaksınız.

Sizin her yanlışınıza alkış tutanlar, yada “emredersiniz efendimciler” sizin kadim dostlarınız değiller. Bunu bilesiniz.

Baklavacıyla, kebapçıyla, börekçiyle, ciğerciyle, tostçuyla, dürümcüyle yapmış olduğunuz yüksek kattaki toplantıların yankılarını alıyor ve bunları takip ediyoruz.

Elbette kapılarınız toplumun her kesimine açık olmalı, onlarla hasbihal etmelisiniz. Gelecek misafirleri ağırlama yönünde telkin ve tavsiyelerinizde olacak.

Onları yönlendirecek, vizyoner bir bakış açısıyla Gaziantep’in tanıtımına bu esnaf kitlesini eklemleyeceksiniz.

Ancak bu şehir salt yeme içme ve gastronomiyle anılamayacak kadar, geniş va sağlam bir kültürel birikimin üzerinde yükselen abidevi bir şahsiyetin tezahürüdür.

Bir diğer taraftan salt Zeugma, Çingene Kız ve taban mozaikleriyle de dar bir koridora hapsedilmeyecek kadar ihtişamlı bir geçmişin günümüze anlam kattığı değerlerle mücehhez bir şehirdir.

Direniş ve savaş kültürüyle büyük halaskarın Türkiye’ye ve bütün Türklere örnek gösterdiği bir şehirdir aynı zamanda.

Konjonktürel olarak bugün yaşadığımız koşullar anılan bu değerleri, gastronomiden daha birincil ve daha değerli kılıyor.

Zira bu değerlere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Bizi millet yapan, yaşadığımız toprakları ise vatan kılan bu değerler silsilesinin aşınmasıyla Gaziantep Suriyeleşir, Gaziantepliler ise Suriyelileşir.

Vatan, söyleyecek sözü olanlarla, tefekkür edenlerle, düşünen ve düşündüğünü kağıda ve kaleme dökme kabiliyeti gösterenlerle, düşündüğünü eyleme dönüştürme cesareti olanlarla kurtulur

Baklava, börek, ciğer, lahmacun, dürüm ve kebap sohbetiyle değil.