Bir ziyaret daha sona erdi. Sayın Başbakan partisinin kadın kolları kongresine katılmak üzere
Gaziantep'teydi. Kongrede konuştu, açılışlar yaptı, çeşitli toplantılara katıldı. Ama açıkça görüldü ki; Sayın Başbakan'ın gündeminde Gaziantep değil, partisinin kapatılma davası vardı. Bunlarla ilgili yorumlar yaptı. Bazen kızdı, bazen güldü. Ama çözüm önerisi noktasında herhangi bir değerlendirmede bulunmadı. Hatta, kızmasının bile bu memlekete fayda getireceğinden bahsedecek kadar da egoistti. Halbuki son yaşanan 2001 ekonomik krizinin patlama noktasının devletin zirvesinde yaşanan gerilim olduğunu unutmuştu. Ayrıca, unuttuğu başka bir şey vardı. O da, hem yerel iktidarın, hem de hükümetin AKP olmasına, Gaziantep'te 7 milletvekili olan bir partinin genel başkanı olmasına rağmen Gaziantep'in bu durumdan yeterince faydalanamaması, sahipsiz kent haline dönüşüydü. Son açıklamalara göre geçmiş 6 aydan bu yana 17-18 bin kişinin işsiz kaldığı, fabrikaların kapandığı, esnafın kan ağladığı, halkın ağır geçim sıkıntısı altında bulunduğu, teşvik mağduru edildikten sonra sanayisi gerileyen bir kent olan Gaziantep'in sorunlarına nasıl çözüm bulacaklarını hiç konuşmadı. Bunu ne kongrede yaptı, ne de kongre sonrası toplantılarda. Herkes O'nun ağzından çıkanları dikkatle takip etti, hep şimdi konuşacak diye bekledi ama olmadı. Gaziantep'e has bir deyim aslında işin özetiydi. Hem Gaziantep halkının, hem esnafın, hem işsizin hem de işverenin “eli böğründe kaldı”. YASAMA YETKİSİ BAŞBAKAN'I KURTARMAK İÇİN KULLANILIR MI? Türkiye çok farklı bir gündeme ve kutuplaşmaya doğru ilerliyor. Konuşmamız ve çözüm bulmamız gereken konular hep erteleniyor. Bu ülkemiz adına, gelecek açısından ciddi bir tehlike oluşturuyor. Bu ayrışmanın en son örneği Ankara Üniversitesi'nde yaşanıyor. 25 yıl önceki görüntüler sanki tekrar gözler önüne geliyor, sağ-sol kavgası yaşanıyor ve derslere 5 gün ara veriliyor. Ancak, bu gerilimin sorumluları bu yüksek tansiyonu düşürmek yerine, yükseltecek açıklamalar yapıyor. İşte son örnek, AKP'nin kapatılması davası açıldıktan sonra bir anayasa paketi hazırlanıyor. Dava görülmeye başlamadan önce paketi meclisten geçirip, davanın gidişatını ve sonucunu etkileme yolu aranıyor. Ve Sayın Başbakan bunu yargının kendi görevini yapmasını, ülkede bir yasama organının bulunduğunu ve yasamanın da kendi görevini yerine getireceğini söylüyor dün havaalanında yaptığı basın toplantısında.Demokratik ülkelerde millet egemenlik hakkını temsilcilere verir ve temsilciler de bu hakkı, ulusun ve ülkenin menfaatleri doğrultusunda, şahsi herhangi bir çıkar gözetmeden kullanır. Ama ne yazık ki bizim ülkemizde böyle olduğunu söylemek mümkün değil. Sayın Başbakan milletten aldığı % 47 oyu tek kutuplu bir demokratik anlayışa geçişin aracı olarak görüyor. Bu yetkiyle kendine, bakanlarına, milletvekillerine suçları dolayısıyla yargılanmalarının önünü açmak yerine, onlara af çıkarıyor. Ekonomik rantın tahsisi konusunda yine bu demokratik yetkiyi kullanıyor. Son olarak da bu yetkiyle yargının görev alanına müdahale etmeyi sözüm ona “yasama” yetkisi olarak değerlendiriyor. Milletin yetkisi kişisel menfaatler için değil, milletin menfaatleri doğrultusunda kullanılmamalıdır. Bu yüce yetkinin gereğini tüm parlamento üyeleri layıkınca yerine getirmelidir. İşte tablo bu. Türk halkı bu tabloyu doğru okumak zorundadır. Bu anlayışın adı demokrasi değildir. Tam manasıyla diktatörlüktür. Bu anlayışa demokrasi diyenlere yine en iyi cevabı demokratik yollarla Türk halkı vereceğini düşünüyorum.