Merhaba sevgili okurlar…
Bugüne kadarki yazılarımızın ağırlık merkezini “eğitim” oluşturuyordu. Ancak, son 3 aylık dönemde medya organlarının “Kürt Açılımı”, devlet yetkililerinin ise “Demokratik Açılım” olarak adlandırdığı Cumhuriyet tarihimizin en temel sorunlarından olan ve Kürt kimliği eksenli siyasal ve silahlı çatışmalara neden olan derin problemin çözümüne dair bir tartışma ortamı yaratıldı. Aslında bugüne kadar bu konuyla ilgili yazmak istedim; ancak hem iktidar cephesinde hem de kamuoyu cephesinde söylenenleri takip edip tartışmaların biraz olgunlaşmasını beklemek istedim. Peki, olgunlaştı mı? Pek değil… Ama tüm hatlarıyla olmasa da sorunun çözümüne/çözümsüzlüğüne dair rol almak isteyenlerin kısmen dertlerini anlamak adına da verimli bir süreç olduğu söylenebilir. Değerlendirmemi “iktidar cephesi, muhalefet cephesi, Kürt cephesi, sol ve aydınlar cephesi” olmak üzere dört temel başlık altında paylaşmak istiyorum:

I - İktidar Cephesi:

Son otuz yıllık süreçte düşük yoğunluklu savaş biçiminde karşımıza çıkan, insani ve maddi tahribatlarıyla Cumhuriyet tarihinin en sancılı sorunu haline gelen Kürt sorununun çözümüne dair son dönemde önemli açıklamalar ve tartışmalar yapıldı/yapılıyor.

Hasan Cemal'in M.Karayılan ile gerçekleştirdiği röportajın 05 Mayıs 2009 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanmasıyla bu sürecin tabiri caizse fitili ateşlendi. Devamında Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan merkezli devleti ve hükümeti temsil eden iki noktadan sorunun çözümüne dair yapılan pozitif açıklamalar bir anda bu konunun gündemin ana tartışma konusu olarak merkezde yer almasını sağladı. Sorunun çözümüne dair en üst düzeyden gösterilen bu reflekse, son MGK toplantısında da devam kararı çıkması oldukça önemli…

2002 yılından bu yana iktidar olan AKP yönetiminin Kürt sorunuyla ilgili dönem içerisinde yaptığı açıklamaların birbiriyle olan çelişkisi kamuoyunda sorunun çözümüne dair samimiyetin sorgulanmasına, soru işaretlerine neden olmaktadır.

Hâlihazırda Başbakan Erdoğan'ın 11 Kasım 2008 tarihinde Hakkâri'de söylediği patenti MHP'ye ait olan “Ya sev, ya terk et…” biçiminde yorumlanan sözlerine bakalım: “Tek millet, tek bayrak kabul etmiyoruz diyen varsa buyursun beğendiği yere gitsin.” Bir de 21 Şubat 2009'da Diyarbakır'daki seçim konuşmasına bakalım: “Biz tarihimizi, medeniyetimizi, devletimizi sizlerle birlikte inşa ettik. Biz aynı bedenin içindeki ruh, aynı bünyenin unsurlarıyız. Fırat ve Dicle nehirleri gönüllerimize aktıkça, ebediyete kadar birlikte yürüyeceğiz.”

Evet, yukarıdaki iki yorumda Sayın Başbakan'a aittir ve her ikisi de bölgede yapılmıştır. Buna benzer çelişkili açıklamaların örnekleri çoğaltılabilir ya da özellikle Sayın Erdoğan'ın DTP ile ilgili tutumu hatırlanabilir bu durumda… Birinci ağızdan yapılan bu tür yorumlar ve sergilenen davranışlar elbette kamuoyunun kafasında soru işaretlerine neden olmaktadır. “Acaba ne kadar samimiler? Gerçekten çözebilecekler mi?” sorularının cevabı için süreci takip etmek düşüyor bizlere.

Dünyada birçok sağlıklı çözüm örnekleri bulunsa da Türkiye modelinden bahsedilmektedir çözüme dair… Ancak bu modelin içeriğinin doldurulamamış olması da başlı başına iktidar adına bir sorundur. İçişleri Bakanı Beşir Atalay üzerinden yürütülen görüşmeler demokratik kültür ve tartışma ortamı adına umut vericidir. Dilerim ki AKP iktidarının geniş kesimleri sorunun çözümüne dâhil etme çabası bir oyalama, zaman kazanma taktiği değildir. Sayın Atalay'ın çabalarının iyi niyetle sınırlı kalmaması çözüme destek veren herkesin temennisidir.

Tabii ki 80 yıllık Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı probleminin kısa zamanda çözülmesini beklemek de saflıktan başka bir şey değildir. Ancak çözüm sürecinin de uzaması hem tartışmaları başka noktalara götürebilir ki Türkiye kamuoyu buna uygun bir zemine sahiptir, hem de dış baskıların artmasına neden olur ki iktidar adına sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir. ABD patentli bir çözüm olduğuna dair iddialara Sayın Erdoğan'ın verdiği tepkilere bakılırsa iktidarın bu strese/baskıya dayanamayıp kırılabileceğine dair bir ipucudur.

Bir başka temennimiz, üslup noktasında gerekli hassasiyetin gösterileceğidir. Namus, şeref gibi kavramların böyle bir sorunun çözümünde pek rol oynamayacağı, onların yerine “akıl ve sağduyu” kavramlarının daha çok katkı sunacağı aşikârdır… Duygusal hezeyanların çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet edeceği bu kesimlerce biliniyordur zaten…

Bu sorunun çözümü ülkemiz adına bir şans olduğu kadar son dört seçimde (genel ve yerel) geniş halk yığınlarının desteğini arkasına alan ve medyayı yönlendirmede de ustalık kazanan AKP iktidarı için de büyük bir şanstır. Dileriz, iktidar sahipleri çözüm noktasında küçük hesaplar peşinde koşmadan iktidar olmanın da getirdiği sorumlulukla hareket ederek sağlıklı bir çözüm gerçekleştirir.

* * *
Yarın, “Muhalefet Cephesi”yle kaldığımız yerden devam ediyoruz…
*Can Yücel'in bir şiirinden…
Bu çalışmanın sonunda şiirin tamamını sizlerle paylaşmak üzere umutla kalın…