Ta birinci sınıftan en son sınıfa kadar; "Anlamadığınız yeri sorun.' şeklinde yapılan tembihleri ve telkinleri hepimiz hatırlarız. Çoğu zaman ürkek tavırlarla sormaya gayret eder, yine de tam beceremezdik herhalde. Soramamamızın genel nedenlerinden biri de öğrencinin seviyelerine inemeyen öğretenlerdi diye düşünüyorum.

Bir soruya alacağımız cevap onu nasıl sorduğumuzla yakından ilgilidir. Askere çağrılan genç bir psikoloji öğrencisi, askerler arasında şöyle bir uygulama yapar: Yemekte askerlerin alması için hazırlanan yemeklerin önünde kayısı dağıtmak için durur. İlk gelen bir grup askere; "Kayısı istemezsiniz değil mi?' diye sorar. Askerlerin yüzde doksanı; "Hayır' diye cevap verirler. Sonra ikinci gruba olumlu yaklaşımı dener; "Biraz kayısı istersiniz değil mi?' diye sorar. Askerlerin yaklaşık yarısı; "Aaa evet birkaç tane alırım.' diye cevap verir. En son gruba da seçenekli soru şekliyle sorar; "İki tabak mı bir tabak mı kayısı istersiniz?' der. Çoğu askerlerin kayısı sevmemesine karşılık, yüzde kırkı iki tabak, yüzde ellisi bir tabak alırlar.

Çağımızda doğru soru çok önemli bir görev ifa etmektedir. Doğru sorulamayan ya da sorulmayan soruların hangi sorunları da beraberinde getirdiğini, günümüzde çok yakında takip etmekteyiz. Kelime hazinesinin yetersizliği, kullanılan dilin yeterince bilinmiyor olması, ülkedeki eğitim kalitesinin düşüklüğü, kelimelere yüklenen gereksiz ve zorlama anlamlar, soru soranın bilgi düzeyi, sorunun doğru kişiye sorulamamış olması belki de en önemlisi bilgi almak amacına göre değil de, menfaatlerin uygun olsun diye soruların soruluyor olması, toplumda her geçen gün anlamsız tartışmaların çıkmasına sebebiyet vermektedir.

Okulda, evde, sokakta, çalışırken, otobüslerde, televizyon ve radyolarda, mecliste kısaca hayatın içinde bir türlü birbiriyle anlaşmayan insanların tartışmalarına şahit olmaktayız. Bazen bütün bunların sonunda; "Ben de aynı şeyi söylüyorum.' der, bitirirler. Çoğu zaman da küskünlük, kırılmışlık, eziklik, gurur, mağlubiyet-galibiyet hissi gibi olumsuz duygularla sona erer bu tartışmalar. Basın ve yayın organlarında kullanılan soru stili hayli ilginç. Kendisini boks müsabakasında gibi gören program yapımcıları dalga geçen, alaya alan, yönlendirmeli, sorgulamalı soru(nlarını)larını karşıya yönelterek ne kadar yumruk atarsak o kadar menfaatimize uygun tavrı sergilemektedirler. "Ben her şeyden anlarım.' kendini beğenmişliğinin ve ya "Anlamasam da ahkam keserim.' ukalalığının yansımasıdır bu hezeyanlar. Amaç, yeni ufuklar açmak, karşısındakini anlamaya çalışmak, gerçeğin ve doğrunun ortaya çıkmasına yardımcı olmak, olması gerekirken, bütün bunların ötesinde çıkar ilişkilerinin sarıp sarmaladığı tartışmalar, konuşmalar, programlar benliğimizi her geçen gün biraz daha sömürmektedir. Güzel programlar ise arada kaybolup gitmektedir. Kendine, kimliğine, değerlerine, ülkesine yabancı bir toplum yetişmektedir.

İnsanların düşüncelerine duyulan hazımsızlığın, bu denli yoğun yaşandığı kaç ülke vardır acaba yeryüzünde? Doğru soru sormanın ahlaki bir erdem olduğunu ne zaman anlayacağız? Gelişmiş ülkelerde, yıllarda beri uygulanan özgürlükleri toplum olarak ne zaman tadacağız? Biz de normalleşip sivilleşemeyen, normalleşmesi gerekirken kurumsallaşan o kadar çok ide, kavram, fikir, totem vardır ki; o hale gelmelerindeki en önemli sebep zamanında ve yerinde, doğru kişiler sorulamayan sorular, sahte maskelere büründürülmüş kavramlar ve o doğru soruyu şap diye soracak kahramanların olmamasındandır. Genel sebebi ise materyalizmin ruhumuzda açtığı derin yaraları fark edemeyişimizdir.

Bizler soru sorabilmek için öğrenmemiz gerektiğini, soru sormanın zannedildiği kadar kolay bir iş olmadığını ne zaman öğreneceğiz? Biz vatanımızı, milletimizi çağdaş, müreffeh, gelişmiş bir toplum olarak görmek istiyoruz. Marangoz hızarından çıkmış gibi tek tip değil; farklılığında birleşmiş bir millet özlüyoruz. Gelin birbirimiz anlamak adına işe doğru soru sormaktan başlayalım. Sorgulamayalım...

Ne dersiniz canlar?...