Kur'an-ı Kerim, değişik ayetlerde kullanılan medine, beled ve karye terimleriyle bir yerleşim birimi olarak "şehir"e dikkatleri çekmiş, hatta yeminle söz etmeye değer bulmuştur. Şehir, insan eliyle kurulmuş bir eser, hayatı kuşatan bir mekan ve zamanlar ötesine uzanan bir oluşumdur. Bünyesinde taşıdığı sanatı, estetiği, tarihi ve diğer tüm unsurlarıyla insanın ve toplumun bir aynasıdır şehir. Denilebilir ki; insan küçük bir şehir, şehir büyük bir insandır. Dünya da ilk şehir Mekke'dir. Mekke'nin ortaya çıkışı Hz. Âdem (a.s.) kadar uzanır Adem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde Mekke'de Beytullah'ın bulunduğu bu günkü yerde bir mabet inşa etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Âdem (a.s) 'ın Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir. Onun, kırk defa Mekke'ye giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı sonucuna ulaştırır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hayatının tesadüfleri olan Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerini anlattığı önemli bir deneme kitabı vardır. Adı da beş şehirdir. Bir gezi kitabından yahut bir seyahatnameden çok farklıdır; çünkü sade tarihi bilgi, kuru gezi rehberi, bir şehir coğrafyasından farklı olarak his, sanat, estetik, kültür ve bilgi birikimi içerisinde yoğrulmuş bir yapıttır. Bu yönüyle Türk edebiyatının aşılamayanlarındandır. Tanpınar, eserinin konusunu "Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir." olarak ifade etmiştir. Beş Şehir eski ile yeninin daimi bir çatışmasıdır aslında. Sürekli bir hesaplaşma, bir karşılaştırma söz konusudur eserde. Tanpınar, geçmişe güncelin penceresinden bakarak bir inşa eyleminde bulunmuştur. Şehir ve hayat ikilemi arasında sıkışan bir insan profili ile karşı karşıyayız günümüzde. Yıldızların bile o kadar uzak olduğu ve artık eskisi kadar parlak gözükmediği bir hayatın cenderesindeyiz. Ruhumuzu ve benliğimizi bir pranga gibi sıkan ve gün geçtikçe daha da yaşanmaz kılan bir kirliliğin içindeyiz. Şehir bizim hayatımız ama biz hayatımızı yaş(aya)mıyoruz. Aslında şerefle bitirilmesi gereken en önemli ve en ağır vazife hayattır bence. İnsanın iznine tabi tutulmaksızın ona bahşedilen bu cevher, acaba bu cevher kaç kişinin elinde iyi bir sonla bitmiştir? Bu küçücük şeylerden oluşan demet, kaç kişiyi kokladığında mesut, bahtiyar etmiştir? "Silgi kullanmadan resim çizme, kalem kullanmadan yazı yazma..." sanatını kaç kişi, hakkı ile icra edebilmiştir? Ve kaç kişi, özüne ve verdiği sözüne uygun olarak kanatlanmıştır ukbaya, bunca yıkıntıların arasından... Zamanın ve zeminin kayganlaşıp ayakta durmanın gerçekten güçleştiği şehir hayatımızda, zamanını iyi anılarla doldurmuş, merdivenin basamaklarından çıkarken karşılaştıkları insanlara, inerken de karşılaşacağını düşünerek iyi davranmış, onu bir hikaye olarak değerlendirip, uzun olmasından ziyade, iyi ve doğru olması için çırpınmış, herkes hayatın kısalığından şikayet ederken, her anını ilmek ilmek işlemiş, gergef gergef dokumuş, "nimetlerine" kavuşunca fazla sevinmemiş, "mihnetlerine" tutulunca da fazla müteessir olmamış, insana emanet olarak verilen bu değere ihanet etmemiş, mücadelesiz geçen kişilerin hayatının, tabutun tahtası çürümeden esamisinin okunmadığının farkına varmış insanları, iyi örnekler olarak, bulup ortaya çıkarmak, "idol" olarak sunmak herkesin görevi olmalı değil midir? Yoksa şehirlerimiz ve biz buna müsait değil miyiz yoksa? Aslında değer verilmesi gerekenler varken; değer, başkalarının elinde semer giydirilmiş bir oyuncak olmuştur. Hayal edilen, özenilen, yakalayabilmek adına canlar feda edilenler, gerçek anlamda olması gerekenler olsaydı; toplum olarak maruz kaldığımız hastalıkların tedavisini de aramayacaktık. Ve şehrin ortasında bir başına bırakılmayacaktık. Bu kadar yalnızlaşmayacaktık özümüze... Hayatı kaybetmekten daha acı olan; yaşamanın, anlamını kaybetmesi değil midir? İşte şehir burada önemli bir işlev ifa ediyor. Hayatı anlamlı kılan ya da hayata anlam katan her güzelliğin ya da çirkinliğin yaşandığı aslında gizli bir örtü şehir. Gece rüyalarımıza giren bir karabasan. İsli, soğuk ve soyunmuş yapısıyla bir buzdağı. O kadar korkuyoruz ki. O kadar yalnızız ki kalabalıklar içinde. Ve gittikçe yalnızlaşan yüreklerimiz işgal ediliyor bir tatlı gülümsemeye. Aldığımız her nefesin ne kadar önemli olduğu düşünerek attığımız her adım, bize hayatın ne kadar anlamlı oluğunu hissettirecek; ölümden sonraki hayatın inşasını, en ince teferruatına kadar yaptıracak, geçen zamanı sevgiliyle buluşma anı olarak kabul edip bir an önce bitmesi için dualar ettirecektir. Her seste, her nefeste, her renkte, her adımda, her harekette hayatın aktif öznesi olacak olanlar, davranışları ve yaşayışları ile hayretler içinde gözleneceklerdir. Onlar, hayatı yeniden anlamlandırma gibi ağır bir sorumluluğun altına hiç çekinmeden girecek, alnından öpülesi yiğitlerdir. Ama bu yiğitleri şehirlerin köşe başlarında bulmak ve onlarla olmak mümkün gözükmemektedir artık. Artık köşeler bedenlerin kanlı eylemlerine sahne olan ablak suratlıların hakimiyetine geçmiştir. Suç ve suçluların yaşam usaresi olmuştur. Sanki bir mantar gibi biten bu bitmez anlayış şehrleri işgal edecek ve sokak lambalarının altları farelerin meskeni haline gelmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Varsın feri sönmüş lambalar, derin dehlizlerinden ses gelmeyen kaldırımlar, başıboş sallanan salıncaklar, evsizlere yurt olmuş parklar, antenlerle kirletilmiş çatılar, hava kararınca ıssızlaşan yollar ve kahır soluyan bacalar sizlere savaştan çıkmış bir beldeyi hatırlatsın. Hangi harita yerleşmişse yüreklerinize onu yaşarsınız durmadan... Yazar Kazancakis, bir ihtiyara: "Neye bakıyorsun?" diye sorduğunda, ihtiyar adam gözlerini akan sudan ayırmadan şu cevabı verir: - Hayatıma oğlum, akıp giden hayatıma. "Hayat bir ağaç gölgesinde bir saatlik uyku gibidir." hala ne duruyorsun bak seni bekleyenler var şehrin gün batan yamacında...