İki üç gün Yunus'un odasında misafir olarak kaldım. Fazladan iki oda daha vardı ama diğer odalarda kalmak mümkün değildi. Çünkü direkten yapılma duvarların arasındaki çamurlar dökülmüş, açılan aralardan dışarıdaki manzarayı seyretmek mümkündü. Yunus muhtara haber gönderdi. Birkaç adamla geldiler. Küçük bir odayı beğenmiştim. İçini yeniden sıvadılar. Uydurma bir badana yaptılar ve odama taşındım.

Ormancık İlkokulu Canik Sıradağları silsilesindeki bir zirvenin üzerindeydi. Okul arsası ormanın içindeki ağaçlar kesilerek meydana geldiğinden orman bahçe duvarından başlıyordu. Okul bahçesinden veya odamın penceresinden baktığımda karşımda geniş bir vadi ve devamında da İstiklal Marşı okumak için sıraya dizilen öğrencilerin başları gibi arka arkaya sıralanmış dağ zirveleri görünmekteydi.

Oldum olası yüce dağları ve denizi çok severim. Yalnız burası çok daha başka bir yerdi. Bulutlar dağları aşmakta zorlanır, vadilerden akarak geçerlerdi. Penceremin karşısındaki geniş vadi yavaş yavaş kaybolur, bulut sisleriyle dolardı. Uçaktan bakar gibi yüzeyi dalgalanan ve göl gibi görünen bulutları üstten seyrederdim.

Yunus'un laz yapısı bir tabancası ve on iki numara bir av tüfeği vardı. Akşam üzeri okul çevresinde ava çıkar, her akşam kuş eti yerdi. En kısa sürede ben de bir av tüfeği edindim. Okulun üst kısmında küçük bir pınar vardı ve bu pınarın yakınlarında bıldırcın olmadığı gün veya zaman yoktu.

Bir gün bizi köyde düğüne davet ettiler. Muhtar, imam ve ben protokol olduğumuzdan düğün evinin başköşesine oturduk. O düğünde mısırdan otuz altı çeşit yemek yapıldığını öğrenmiştim. Yemekler peş peşe geliyordu ama hepsi de mısır yemeğiydi. Küçük tepsiler içinde geliyordu yemekler. Herkes aynı tabaktan yiyor ve bir iki kaşık alıp kaşıklarını sofraya bırakıyordu. Kalan yemeği sofrada oturanlar sırayla alıp kaşıklayarak bitiyordu. Bana garip geldi. Oyun olduğunu düşündüm. Sıra bana geldiğinde kocaman bir tepsi mısır keşkeği getirdiler. Yanımdakiler yalnız birer kaşık alıp kaşıklarını sofraya bıraktılar. Hiç bozuntuya vermedim. Bir kaşık da ben aldım ve kaşığı bıraktım.

-Olmaz hocam, burada usuldür. Sıra sende. Kalanını yiyip tüketeceksin, diye ısrarcı oldular.

-Midem çuval değil kardeşim. Kim yerse yesin deyip kenara çekildim. Muziplik yaptıklarını sezmiştim.

Öğrencilerimiz öğle yemeklerini okulda yerlerdi. Üç dal yeşil pırasa yaprağı ile yumruk kadar ve taşta pişmiş mısır ekmeği en zengin öğrenci sofrasıydı. Beni seven öğrencilerim pırasa yaprağını bana ikram ederek paylaşmak isterdi.

Bahar aylarında yumurta kırma yarışı geleneksel hale gelmiş okulda. Ali Gümüşoğlu adında zeki ve uyanık bir öğrencim koca bir leğen dolusu yumurtayla geldi yanıma.

-Bunlar ne Ali?

-Öğretmenim yumurta kırma yarışında kazandım. Hepsini de sana getirdim

Baktım Ali'nin elinde irice bir yumurta.

-Senin yumurtan hiç kırılmadı mı Ali?

Ali muzipçe sırıtarak;

-Hayır öğretmenim, dedi.

-Ver bakalım şu yumurtayı bana diye elimi uzatınca gönüllü gönülsüz verdi Ali.

Yumurtayı inceleyince şaşırdım. Ali bir yumurtanın ucunu delmiş, içini boşaltmış ve alçı doldurmuştu. Kabuğunu da soyunca gerçek bir yumurtadan farkı kalmamıştı.

Seslenmedim. Güldüm sadece.

Ali zeki ve uyanık bir çocuktu. Okula iki buçuk saatlik yoldan gelirdi. Sonraları ailesinden izin alarak soğuk ve fırtınalı günlerde yanımda kalmaya başladı.

Maaş günleri Akkuş'a eşek sırtında gidersek dört saatte, yaya gidersek iki buçuk saatte ulaşırdık. Yolda orman içindeki ayılar bizi taşlardı. Kaçan sincapların uçarcasına koşması çok hoş ve farklı bir şeydi.

Türkiye'de Canik Dağlarından daha güzel bir doğa harikası yoktu. Orada kaldığım iki yıl boyunca havadan geçen bir uçak sesi duymadım. Radyolar yalnızca kısa dalga yayınları çekerdi. Ve ben Robenson Cruzo gibi yaşadım orada.

Yazar İletişim

[email protected]

TLF: 0535 836 16 82