Aslında geldiğimiz noktanın kökleri 1950 seçimlerine ve Adnan Menderes’e kadar uzanır.

Türkiye devrimci ve anti-emperyalist dayanaklarından uzaklaştıkça Amerika’ya yaklaştı.

Bu durum belaya davetiye çıkartmaktan öte bir anlam taşımıyordu.

Hele hele doğumuzda Stalin gibi geri zekalı bir diktatörün varyasyonlarıyla Amerika’nın önüne atılmamız sonun başlangıcı olmuştu.

Derken Kuzey Atlantik Asamblesi, Küçük Amerika hayali ve ver elini bugünler.

Gençliğimiz Süleyman Demirel’e ve onun Adalet Partisi’ne muhalefetle geçti.

Teşhiste doğruyduk ve davamızda haklıydık.

DSİ’den gelen bir mühendis Türkiye’yi adeta sürüklüyordu.

"Böyyük Türkiye’’ ve ‘’Küçük Amerika’’ esprisi o yıllara ait en önemli argümanlardandı.

Ancak 35 cent’e muhtaçlığımız yine o yılların bir eseri olmuştur.

Devletin itibarı hak getire. Amerika Vehbi Koç’un kefilliğiyle kredimize onay vermişti.

Kargaşa, kaos ve iç çekişmeler. Sonrasında demokrasiye asker düdüğü. 12 Eylül 1980.

Bu kez Çoban Sülünün müsteşarı siyasi bir figür olarak Bülent Ulusu hükümetinin içinde yükseliyordu.

Menderes, Demirel, Özal. Ve ANAP’lı yıllar. Liberal hırsızlık, hayali ihracat, ‘’Benim memurum işini bilir’’, Papatyalar, Yetim Hüsnü, Tarikat-Siyaset bağlantıları, Irak oldu bittisi. Bir koyup üç almak ve ‘’Ben seçimlerden önce zam yapacak kadar enayimiyim’’. ‘’Kürt sorunu’’ denen illetin mucidi ‘’Kürt Realitesi’ninde mucidi oldu Amerika'nın emriyle.

Sonrasında Hal müdüründen Başbakan, pijamalı adamdan Cumhurbaşkanı dönemine, ver elini serbest piyasa.

Gelen gideni aratır olmuştu. Demokrat parti, Adalet Partisi ve ANAP.

Önce Menderes’i , sonra Demirel’i arar olduk. Özal’dan Erdoğan’a uzanan yolun kısa ve hazin öyküsü işte bu.

Meselenin özünde Atatürk’ten ve onun devrimlerinden uzaklaştıkça karanlığa ve belaya yaklaştığımız gerçeği var.

Ne kadar Atatürk o kadar aydınlık.

2002-2016 arasında cereyan eden olayları teşhisin kodları işte burada gizli.

Atatürk yoksa, aydınlık yok, Türkiye‘de Türklerde.