Doğu Karadeniz'in dağlık bölgelerinde yapılan ağaç evler için temel eşilmez. Arazideki eğime göre dört kaya bulunur ve bu kayalar inşaat alanının köşelerine yerleştirilir. Ormandan daha önce kesilmiş ve iki köşe arasını bağlayacak uzunluktaki ağaç gövdeleri uçları bu kayalar üzerine gelecek şekilde yerleştirilir. Teraziyle dengeye alınarak ev yapılmaya başlanırdı. Genelde iki katlı yapılan evlerin altı ahır üstü ev şeklindedir.

Ev yapacak olanlar ormandan kestikleri kalın ağaçları bekleterek kuruturlar. Sonra köylüler toplanarak imece usulü çalışır ve iki kişi tarafından kullanılan büyük bıçkılarla ağaçlardan kalın tahtalar üretirler. Evlerin duvarları bu tahtalardan oluşur. Tahtaları duvara monte ederken metal çiviler kullanmaz, iki tahta arasına açtıkları deliklere ağaç çiviler yerleştirirler.

Güçlü bir depremde evler yamaçtan aşağılara yuvarlanacak şekildedir. Evlerin çatısında ağaçtan imal ettikleri yonga kiremitler kullanırlar.

Ormancık'ın ağası Musa Ağa'ydı. Zaman zaman okula gelirdi ve iskambil oynayarak vakit geçirirdik. Kırıkkale Piyade Tüfeği'ni omzundan eksik etmezdi. Ancak diğer köylüler ormandaki vahşi hayvanlardan korunmak için ellerinde bir nacakla (küçük balta) dolaşırlardı. Karlı kış gecelerinde kurtlar okulun çevresinde dört dönerdi. Bunu sabahleyin bıraktıkları izlere bakarak anlıyordum.

Bir gün Musa Ağa beni evine davet etti. Okul paydosundan sonra yaklaşık üç kilometre uzaktaki evine gittim. Orada Musa Ağa'nın oğluyla da karşılaştım ve hemen tanıdım. Çünkü Sivas Kabakyazı'da temel eğitimi alırken bir pazar firar etmiş ve gezmeye çıkmıştım. Beni yakalayan ve çevremizde toplanan halkın baskısıyla geri bırakan inzibat çavuşu Musa Ağa'nın oğluydu.

Yemek, çay, sohbet derken gece vakti hayli ilerledi. Okula dönmek için izin istedim. Kalmam için çok ısrar ettiler. Çünkü her tarafta kar vardı. Orman içindeki bir keçiyolundan gidecektim. O vakitte orman vahşi hayvanların hakimiyetindeydi. Ben ısrar edince fazla üstelemediler. Ancak elime bir el feneri verdiler.

Diz boyu karda yürümeye başladım. Rüzgar yoktu. Ortalık sessizdi. Kulağım ormandan gelecek sesleri dinlemeye odaklanmıştı. Okulun yanındaki tepeye kadar rahatça geldim. Tepeyi aştığımda okula yüz metrelik bir mesafe kalmıştı ama uzaklardan köpek havlamaları duymaya başladım. Diz boyu karda her taraf gündüz gibi aydınlıktı. Okula en yakın sayılan evlerden üç kangal köpeği bütün hızlarıyla koşarak bana doğru geldiler.

Gece yarısı. Dağın başı. Bağırıp çağırsam duyacak bir Allahın kulu yok. Bende hemen şafak attı. Bu köpekler beni parçalayıp yiyeceklerdi.

Boynumdan atkıyı çıkardım. Üç köpek çevremi kuşattı ve havlayarak saldırmak için fırsat kollamaya başladılar. Birinin gözüne el fenerini tutarken diğerine elimdeki atkıyı sopa gibi sallıyordum. Epeyce mücadele ettikten sonra sırtımı okuldan yana dönebildim. İki kolum da vantilatör kanadı gibi hareket halindeyken ve köpekleri yanıma yaklaştırmadan yavaş yavaş geriye gitmeye başladım. Köpeklerle aramda bir adımlık mesafe vardı ve sürekli hamle yapıyorlardı. Bir saatten fazla süren bu mücadele sonunda okulun kapısına kadar gelebildim. Son bir hamleyle kapıdan içeri attım kendimi ve kapıyı hemen kapattım. Kapının kilidi yoktu. İple bağlıyorduk. Bağladım kapıyı.

Köpeklerin üçü de özel yetiştirilmiş kangal cinsi çoban köpekleriydi. Kurtlara saldırıp kavga eden ve kurtları yenen cinsten. En güçlü adamı bir hamleyle altlarına alıp anında boğazına yapışırlardı.

Soğukkanlılık, cesaret ve zeka bir araya gelince köpeklerle oynadığım kumarı ben kazanmıştım.

Bugün için bile aklıma geldikçe nasıl kurtulduğuma şaşmaktayım.

Ne günlerdi o günler…

Yazar İletişim

[email protected]

TLF: 0535 836 16 82