Gazikentimizin kurtuluş günü.

Her şeyden önce aziz yurdumuzu bize bağımsız, özgür, onurlu bir cumhuriyet olarak kazandıran ve teslim eden aziz şehitlerimizi saygı, sevgi ve rahmetle andığımı belirtmeliyim. Her Gazikentlinin, her yurttaşın, bu yazıyı okuyan her ferdin iki, üç kuşak öncesinde muhakkak bu vatanı için canını vermiş, aziz ulusal kurtuluş şehitleri bulunduğundan kuşkum yoktur. Onları da derin saygıyla anıp onlara layık olabilmenin gururunu da taşımamız ve bunun için de çok çalışmamız , üretmemiz ve bunun için de çok okumamız gerektiğine inancımı söylerken sizleri bir anlamda geçmiş ve belki de gelecek zamanda bir yolculuğa davet ediyorum.

İnsanlığın en büyük bulgusu zamanı kavramasıdır. Belki de zamanı fark etmesi, ya da icadetmesi demek daha doğru olur?!

Nedir zaman ?

Bilim adamları yüz yıllardır bunu araştırıyorlar. Ama henüz somut bir zamana, akışkan bir maddeye rastlamadılar ! O zaman, zaman soyut bir kavram olarak, hatta görece bir kavram olarak oralarda bir yerlerde, insanoğlunun kafasında, beyninde, duygularında durup duruyor…Bir havyan için, bir canlı için(insanın dışında) zaman var mı ? Bir hayvan için karnının acıkması, kendisine yönelen bir tehlike, bir buğday için karın yağması, yaşaması için topraktan besini alması ya da almaması?!… Ne dersek diyelim hepsi hem doğru, hem yanlıştır. Ama doğru olan şudur: Zaman bütün yeniliklerin, eskimelerin, iyiliklerin, kötülüklerin ve tüm sıfatların anasıdır!

İnsanoğlu Güneş ve Ayla zamanı düşünmeye başladı. Sonra aydınlığı, karanlığı, soğuğu, sıcağı…adlandırdı; gece dedi, gündüz dedi, öğle dedi, akşam dedi, ay dedi...

Mevsimler insanlık için daha da önemliydi. Çünkü yaşam için yemek, içmek, bunun için de ekip biçmek, üretmek, ürünü işlemek, yenilebilir, içilebilir, giyilebilir, barınılabilinir bir hale getirmek gerekiyordu. Bunun için de havaların nasıl gideceğini bilmek, yağmurun ne zaman yağacağını, güneşin ne zaman kavuracağını bilmek, izlemek, öğrenmek gerekiyordu..

Zamanla insanoğlu için zamanı giderek daha küçük dilimlere ayırmak gereği ortaya çıktı.

Uzayıp kısalan gölgeyi, yani güneşin gökteki hareketini sonra kum saatini, su saatini keşfetti ve rakamları büyütmeye başladı onken, ikion, üçon demeye başladı, daha sonra da bin, milyon , milyar dedi,...ışık yılı dedi. Uzaklıklar için 9 trilyon 467 milyar 280 milyon km.ışık yılı,dedi…

Ölüm korkusu her canlının en büyük ve temel korkusuydu. Önceleri Niçin? diye merak etti; Niçin sorusu yorumlamayı, düşünmeyi, tartışmayı doğurdu…Felsefeyi, dinleri doğurdu…

Merak insanı sonsuz acı ve mutluluklara götüren bir köprüydü!...Ve merak bu kez NASIL ?sorusunu sorduruyordu.

Nasıl sorusu aydınlanma çağını ve bilimsel düşünceyi doğurdu.

Victor Hugo Sefiller romanında şöyle der:' Teleskopun bittiği yerde, mikroskop başlar! Hangisi daha geniş bir görüş alanına sahiptir ?'

Bilimin ucu yakalanmıştı. Hipokratlar, İbni Sinalar, Galileler, Newtonlar , Gutenbergler sonra, sonra kitaplar, sonra bilginin yayılması, sonra Einsteinlar, ve uzay….ve uzay ötesi….

Bilim geliştikçe insanların gereksinimleri de gelişiyordu. Gereksinimlerini başkalarının sırtından kazanmak için insanoğlu bir de savaşı icat etti! Bir bilim adamı 'Canlı varlıklar arasında kitleler halinde, -kargalar hariç- toptan savaş eden insandan başka varlık yoktur!' diyor ve nedenlerini araştırıyordu.

Birinci, sonra ikinci Dünya Savaşları. Anaların, babaların beleyip besleyip asker eyledikleri sırım gibi delikanlıların üç kuruşluk bir kurşunla can verdiği çıkar savaşları! Büyük Atatürkün deyişiyle:' Kendi yurdunu savunmaktan öteye geçtiği zaman cinayet olan savaşlar!'

Ve...Churchillin deyişiyle' insanlık yüzyılda bir dahi yetiştirir o da 20.yüzyılda Türklerin arasından çıktı' dediği büyük dahi Mustafa Kemal Atatürk...

Zamanda yolculuğumuzda Antep Savunmasına gelelim…

Antep savaşı, Kurtuluş savaşından ayrı, kurtuluş Savaşı da Mustafa Kemalsiz anlatılabilir mi ?

Şimdi biraz sondan alalım. 8 Şubat 1921deyiz. Bundan 93 yıl önce aynı günlerde analarımız, babalarımız, onların ana- babaları, dedeleri, nineleri aynı gökyüzü altında bu havayı soluyorlardı. Ama hava barut, toz, duman, leş, açlık ve ölüm kokuyordu. Fransızlar ve Fransız üniforması giymiş Ermeniler, Senegalliler, Cezayirliler Antep tepelerine kurdukları küçüklü, büyüklü toplarla tüm kenti alabildiğine bombalamışlardı bütün gece. Kozanlı tarafında da Ermeniler tüfeklerini doğrultmuş verediyorlardı kurşunları Türk mahallelerine...

1920 Ağustos başlarında kente giriş çıkış yollarını tümden tutmuşlardı. Gene de yakın köylere dar patika yollardan, ölüm tehlikelerini göze alarak gidip birkaç kilo buğday, un, etmek getirmek olasılığı vardı, gözüpek Anteplilerce…

Ama 1920 Kasım sonlarından itibaren düşman kuşatmayı sıkılaştırdı. Uçan kuşu bile gözetleyebiliyorlar. Kent dört bir yandan tam bir kuşatma altında. Ve üç aydır kentin Türk bölgesinde kalabilen 25.000 kişinin hemen hepsi açlıktan kıvranıyor, bazıları yediği zehirli, mikroplu şeylerden sancılar içinde kıvranıyor, bazıları acılar içinde can veriyor.

Soğuk, karlı bir gün. Açlıktan ya da top mermileriyle ölmüş hayvanlar kar altında.

Günlerdir ağzına bir lokma koyamamış çocuklar kalan son güçleriyle hayvan leşleri arıyor. Bulunca da kavgalarla, dövüşlerle bir parça koparabilmek için birbirleriyle adeta yarışıyor, kavgalaşıyorlar. Yiyince de sancılar, kıvranışlar içinde hastalanıp…

Bir başka çocuk ya da yaşlı yenilebilir bir yeşil ot bulabilmek amacıyla çıplak ayaklarının altındaki vıcık vıcık karlı, kanlı çamura aldırmadan yiyecek bir yaprak, bir ot, bir yeşillik arıyor…

Ve Fransızç İhtilalini gerçekleştirmiş sözümona uygar düşmanlar, Osmanlının ekmeğinden bol keseden kolayca yemiş olan ve yiyen Ermeniler de bunları görüyor…

Görüyor ve o zamanın işgal komutanı Abadie ' Toprakta yiyecek ot arayan çocuklar gördüm!' diye yazıyor defterine.

Bunları gören sadece Fransız komutan değil. Antep savaşına katılmış Gilbert Vieillard adında bir Fransız eri de babasına yazdığı mektupta şöyle diyor:' Sancakta açlık, kıtlık son kertede. Dondurucu bir soğuk var. Hayvanlar da açlıktan ve bombardımandan telef olmuşlar. Çocuklar karların altında hayvan leşleri arıyor…'

Albay Andrea 'Doğuda Askerî Yaşam' adlı broşüründe şöyle yazıyor:

'Arama yapmak için her köye bir tabur gönderdik. Yirmi kadar tüfek topladık. Sadıka ait 60 ton arpaya, yüz kadar öküze ve 500 koyuna el koyduk. Evlerde pek az insan kalıyor. Bunlara milliyetçilerle işbirliği yaptıkları için bunun bir ceza olduğunu, itaat etmeleri koşuluyla Fransızlardan korkmalarına gerek olmadığını açıkladık.'

Antepliler, Ocak 14te belki bir yerlerden birazcık yardım, yiyecek gelir umuduyla güvercinlerle komşu kentlere 'Açlık Beyannamesi' göndermişler.

'Aylardan beri en modern silahlarla mücehhez Müslüman ve Türk düşmanı Fransızların cehennemî ateşlerine göğüs geren, kardeşlerini; bacılarını,oğullarını ana ve babalarını seve seve mezara gömen Antepliler, bugün dışarıdaki din kardeşlerinin kısa bir zamanda imdatlarına koşacaklarını ümit ediyorlar.

Şimdilik askere günlük 300 gram ekmek, aç ve bîilaç ahaliye de vesikalarla beher nüfusa yevmiye ellişer dirhem (yaklaşık 150 gram) ekmek ki nısfı(yarısı) suda kaynatılarak acısı kısmen izale edildikten sonra güya tadlandırılmış acı zerdali çekirdeğiyle mahlut(katışık) ekmek verilmeğe başlandı.

Camileri harap, memleketleri türap, mamureleri viran olan ; babasız evlat, evlatsız babalar şehri Antepteki Müslümanların imdadına koşmayacak mısınız ?'

Hayır kimse yardımlarına koşmadı. Koşamadı.

Ya güvercinler havada soğuktan dondu kaldı, ya düşman kurşunlarıyla vuruldu, birkaç güvercin de bir yerlere ulaşabildi belki , ama hiçbir yardım gelmedi. Gelemezdi, çünkü düşman tüm tepeleri, tüm yolları denetimi altına almıştı.

Sonra aynı günlerde yurdun büyük bir bölümü de kan ağlıyordu.

Yunan ordusu Banaz, İnegöl, Yenişehir, Çivril, Pazarcık daha sonra Bozhöyükü işgal etmiş, Afyonu geçmiş ve Ankara yakınlarına kadar gelmişti.

Meclisin Kayseriye veya Sivasa nakledilmesi düşünülüyordu...

Yunanlıların ne işi vardı Anadoluda?! Savaşa katılıp galip bile gelmemişlerdi bu akbabalar!

2-12 Mayıs 1917de İtilaf Devleti temsilcileri, İtalyanın isteği üzerine Saint Jean de Mariene'de toplanmış ve Batı Anadoluda İzmirin de içinde bulunduğu havalide yeni bir bölge kurulmasına ve buraları da İtalyanların yönetimine vermeyi kabul etmişlerdi.

Daha sonra 12 mayısta Pariste yapılan Yüksek Komite toplantısına İtalyanları çağırmamışlar ve onlardan gizlice, İngiliz Başbakanı İzmiri Yunanistanın işgal etmesini önermiş ve bu öneri Amerikan cumhurbaşkanı Wilson tarafından kabul görmüştü. Çünkü İtalya, Anadoluya tek başına sahip olmak istiyordu ve İtilafın ortakları için Yunanistan İtalyadan daha kolay yönlendirilecek bir ülkeydi. İngiliz Başbakanı şöyle diyordu: 'Venizelostan bir telgraf aldım Türkler Yunanlılara karşı terör uygulamaya başlamış. Venizelos bizden İzmir Limanına savaş gemiler göndermemizi ve kendilerinin de Yunan savaş gemileri gönderebilmesi için izin istiyor.

Bu İtalyanlar da çizmeyi aştı. Bir bahane bularak Antalya mı nedir oraya asker çıkarmışlar. Neymiş de güya orada bir manastırları varmış da onu koruyacaklarmış. Amerikalılar İstanbulu, Fransızlar Suriyeyi işgal edecektir. Yunanlıların da İzmiri işgaline izin verelim.'

Ve Yunanlılar İzmiri işgal etti.12.000 kişilik ilk yunan gücü kısa zamanda 2400 subay, 63.000 asker. 23.000 hayvan ve onlara yetecek kadar cephane, top, tüfek...Bu rakam daha sonra 120.000 Yunan askerine çıkacaktır. Öte yandan İngiliz Dış İşleri Bakanı lord Curzon 'İstanbul Türklerden alınmalıdır.Türkler Avrupalılar için bir veba tohumu olan savaşların yaratıcılarıdır!' diye nutuklar atıyordu.

İngiliz, Fransız ve Amerikalılar tüm Anadoluya tek başına sahip olmak emelindeki İtalyanları devre dışı bırakıp daha kolaylıkla yönetebilecekleri Yunanlıları 15 Mayıs 1919da İzmire çıkardı ve Hasan Tahsin bayraktarı vurunca o gün İzmirde iki bini aşkın Türk öldürüldü.,..