Sahaflık, Antikacılık ve Koleksiyonerlik Bağlamında Gaziantep’e Bir Gönderme...

Kültürsüzlüğün tavan yaptığı ya da başka bir söylem tarzıyla, toplum olarak kültürden koşar adım uzaklaştığımız zamansal bir geçiş dönemini yaşıyoruz.

Peki, kültür nedir ya da ne değildir sorusunun gölgelediği yaşam serüveni içinde kültürü salt roman, şiir, hikâye, destan ve değini gibi yazılı sanatların yanında, bale, opera, müzik ve tiyatro gibi sözlü ve görsel sanatlar olarak kategorize etmenin vehametini de eklediğinizde ortaya ne gibi sonuçlar çıkacaktır. Bu durumu irdeleyelim.

Yıllar önce kaleme aldığım bir yazıda fazlaca ironiye kaçarak şunları dile getirmiştim. Kültür yenir mi, içilir mi? Onu tüketirken soğuk ya da sıcak olmasına dikkat eder misiniz? Size bir tabak dolusu kültür sunuyor olsam. Yüzünüze mi bular, gözünüze mi sürersiniz?

Şaka şaka. Kültür ne o ne bu. Kültürü tanımlarken, onu tarife koyulurken serbestsiniz. Bu durum bilginiz, birikiminiz, algınız, duruşunuz ve pencerenizle ilgili. En yalın haliyle ve en basit söylem biçimiyle kültür insanı ilgilendiren herşeydir.

Toplumu ve insanı kuşatan ve onunla yaşayan herşey kültürdür. Bu yazıya ilhamını veren son Ankara gezisi sırasında Çayyolu’nda gezme ve inceleme fırsatı bulduğum antika pazarındaki izlenimlerim oldu. Sahaflardan, envayi türden antika eşyanın sergilendiği diğer standlara kadar bir zaman yolculuğu içinde hüznü ve sevinci birlikte yaşıyorsunuz.

Geriye dönüp baktığımda, kendi namı hesabıma 45-50 yıl boyunca ne kadar isabetli davranış modelleri ürettiğimi bu gezi sırasında bir kez daha teyit etme fırsatı buluyorum.

Sayısız materyal üzerine geliştirdiğim koleksiyonerliğimin, geçmişle gelecek üzerine bina ettiğim ve eskiyle yeniyi barıştırdığım döküman biriktirme ve arşivciliğimin ne kadar doğru bir duruşu içerdiğini bir kere daha kendime itiraf ettim.

Geçmişe saygı ve ahde vefa duygusunu hayatının merkezine oturtmayı başarmış biri olarak, dostlara ve anılara sadakatin insanı kemale taşıyacak, kâmil bireylerden ise esaslı ve erdemli bir toplum yaratabileceğimizi biliyordum.

Sonra bir kere daha kendime dönerek sordum. Gaziantep’te neden sahafların ve antika tutkunlarının hemhal olacağı süreli bir gün ya da bir pazar yok.

İşte nirengi noktası da burası olsa gerek. Salt lahmacun, kebap ve baklavayla anılıyor olmanın espirisiyle, birde ısrarla gastronomi elbisesine mahkûm edilen Gaziantep’in pürmelal hali bu.

Kitapçı dükkânlarının birer birer kapandığı, yerlerini kebapçıların aldığı, bayilerin gazete ve dergi satmadığı bir şehir gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Eski ders kitaplarının al ver edildiği derme çatma bir kaç dükkânı sahaflık gibi ayrı bir ilim gerektiren geniş ve oldukça devasa bir alanla karıştıranların cehaletine ne demeli?

Cüzdanla kültürün ters orantılı olarak büyüdüğü bu dönem cüzdanın gelişerek kalınlaştıkça, kültürden ve sanattan koparak tamamen uzaklaşılacağının da emareleriyle dolu.

Büyük Atatürk “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür” derken, devleti ve toplumu yaşatacak ve onu bir arada tutacak olan en etkin gücün kültür olduğunu işaret ediyordu. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesiyle hariçten davet edilen yüzlerce bilim adamı ve iktisaden kurulan Etibank ve Sümerbank bu tezahürün bir sonucu olmuştur.

Yaklaşık 100 yıl önce Cumhuriyeti inşaa eden neslin giyimine, kuşamına, nezaketine, erdemine ve asaletine bir bakın, bir de bugün şehirlerin en görkemli bulvarlarını ve caddelerini yoz kültürleriyle yaşanmaz hale getirenlerin pespayeliğine bir bakın.

Bu iki fotoğrafı yanyana koyduğunuzda, beni daha iyi anlayacaksınız.