Ülkenin bir tarafında son olarak AKP'nin sunduğu anayasa paketine karşı cephe alan ve artık 3B diye özetlenen Başbuğ-Baykal-Bahçeli… Diğer tarafında ise hala demokratikleşme ve barış umudunu taşıdığını göstermek için 21 Mart'ı fırsat bilip alanları dolduran yüz binler…
Her ne kadar açılım süreci malum çevrelerce önce topa tutulup, sonra sulandırılarak “tukaka” durumuna düşürülmüş olsa da birlikte yaşamanın demokratikleşme ve barıştan başka bir yolu olmadığına inan milyonların varlığını göstermesi, sesini duyurması açısından önemli bir 21 Mart'ı daha geride bıraktık.
Anayasanın bazı maddelerinde Avrupa Birliği kriterleri esas alınarak yeni bir düzenleme yapılmak isteniyor mevcut iktidar tarafından. Ancak bu paketi, ülkemizin sosyal demokrat partisi olarak kitlelere yıllardan beri yutturulan Baykal kumandasındaki CHP daha görmeden “hayır bayrağı”nı göndere çekerek cevap veriyor. MHP'yi zaten anlamak mümkün…
Bu Ergenekon sürecinin ülkemiz adına en önemli sonuçlarından birisi de Baykal kumandasındaki CHP'nin gerçek kimliğinin ayyuka çıkmasıdır. Yıllarca emekçilerin, solcuların, sosyal demokratların, aydınların, Alevilerin, Kürtlerin tek adresi olarak gösterilen bu yapının, özünde sistemin bir parçası olarak bu oyunu oynamakla görevlendirildiği görülmüş oldu. Düşünsenize, bütün olup bitenlere rağmen, AKP'nin yaptığı bütün hatalara rağmen geniş halk yığınları hala alternatifsiz… CHP ve MHP mevcut duruşları ile iktidar alternatifi olmaktan uzak… Bu, büyük bir çaresizliğin sonucudur. Bu durumda demokrat aydınlar, sol liberaller, özgürlükçü laikler, liberaller, özgürlükçü Müslümanlar; hatta AKP'ye destek veren solcular AKP'nin sınıfsal temelinin ne olduğunu biliyorlar; onun tutarsızlıklarının farkındalar; bu tutarsızlıkların rastlantısal olmadığını, AKP'nin dayandığı çıkarların icabı olduğundan da haberdarlar. Ama yine de şu çaresizlik/alternatifsizlik yok mu, dönüp dolaşıp üstün geliyor. Demokrat aydınlar, sol liberaller, yazar ve sanatçılar dönüp bir 3B'ye (Başbuğ-Baykal-Bahçeli) bakıyorlar, bir de AKP'ye… Kendilerini yeniden çaresizlikle AKP'nin kollarına atıyorlar.
Belli ki bakmasalar, atmasalar olmuyor. Oysa ille de 3B'ye ya da AKP'ye bakıp çaresizliğe kapılmalarına gerek yok. İşte 21 Mart'ta alanları dolduran milyonlar… Tekel işçilerinin direnişi ile ölü toprağını üzerinden atan Türkiye emekçileri… Bu güç, hem 3B'ye hem de Erdoğan'ın AKP'sine alternatif olan güçtür. Emekçiler
Türkiye toplumunda ne zaman ki sınıf atlamanın artık sayısal loto/iddia kuponları ile bile mümkün olmadığını idrak etme noktasına gelirler; yani sınıflarının bilincine varıp din ile milliyetçiliğin üstüne çıkan bir kimliği sahiplenirlerse o zaman mücadeleleri yükselecek ve dengesiz siyasal düzenimiz dengesini bulacaktır. Tekel direnişi bunun için geleceğe yol gösteren küçük bir işaret fişeği olabilir diye en azından umut ediyoruz.
Peki, AKP neyi hedefliyor? Bu iki yılda bir genel seçim var, bir de cumhurbaşkanlığı seçimi… İktidarın temel amacı, hem seçimi kazanıp sistem içindeki konumunu pekiştirerek yoluna devam etmek, hem de Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını sağlamak… Bu çerçevede düşündüğümüzde anayasanın bazı maddelerinin yeniden düzenlenmesinden ibaret olan değişiklik paketinin amacının daha demokratik Türkiye olmadığını anlamak kolaylaşıyor. Temel amaç, yargı sisteminin yapısını değiştirip kendi denetimine alarak hedefine ulaşmak...
Artık bu noktada şunu da bağıra bağıra söylemek gerekiyor: Hukuk ve yargı kurumları hiçbir koşulda “bağımsız” ve “tarafsız” olamaz. 3B etrafında kümelenen güç buna izin vermez, diye değil. AKP iktidarı kendi hukukunu yaratır, diye de değil. Teorik olarak bunun olması mümkün olmadığı gün gibi ortada çünkü…
Yargı, devlet denilen aygıtın bir unsurudur. Devlet aygıtı bağımsız ve tarafsız olmadığına göre, yargı da olamaz. Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme ihtiyacından doğduğuna göre ve en güçlü sınıfın; yani ekonomik bakımdan egemen olan ve bu sayede siyasal bakımdan da egemen duruma gelen sınıfın devleti olduğuna göre yargı sistemi de onun istediği gibi biçimlenecektir. Tabi ki adına devlet dediğimiz gücün; kendini hedef almayan, kendi iktidarına yönelmeyen alanlarda “tarafsızlık elbisesi”ni giyip toplumu kendine inandırdığı alanlar/zamanlar olmuştur, olacaktır.
Bu arada çok kutsanan yargı sistemimizin ta İstiklal Mahkemeleri ile başlayan ve yakın tarihimizde birçok örneği bulunan toplumsal olaya siyaseten müdahil olduğunu, taraf olduğunu biliyoruz. Üstelik darbe süreçlerinde her nedense bugünkü “bağımsız” mahkemelerimizin sesi, böylesine yüksek çıkmıyordu; hatta 12 Eylül'ün sorumlularına hala dokunamamış bir yargı sisteminden geniş halk yığınlarına adalet dağıtmasını, onların vicdanının sesi olmasını beklemek de fazla saflık olmaz mı? Ayrıca, AİHM'den kararları en çok geri dönen de bu yargı sistemi değil midir? Hem AB diyeceksiniz, hem de evrensel hukuk ilkelerine karşı direneceksiniz… Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu…
Ayrıca sıfatı “cumhuriyet” savcısı olan yüce makamlar, zaten belli bir ideolojinin/bir gücün temsilcisi olarak tasarlanmıştır. Yargıya tarafsız olma görevi değil, yeni kurulan rejimin bekçiliği görevi en baştan verilmiştir. Değişen şartlara göre bu görev, farklı iktidarların elinde başarıyla icra edilmiştir.

* * *
Yazımızın son bölümünde TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin döneminde TRT'ye alınan 1260 personelden bazılarının daha önce hangi kurumlarda çalıştığına dair bir bilgiyi paylaşmak istiyorum sizlerle: 7 gazeteci Samanyolu televizyonundan, 8 gazeteci Cihan Haber Ajansı'ndan, 6 gazeteci Kanal 7'den, 3 gazeteci Zaman gazetesinden, 3 gazeteci Aksiyon dergisinden, 3 gazeteci Kanal A'dan, 3 gazeteci Kanal 24'den, 1 gazeteci Yurt Haberleri'nden, 1 gazeteci Türkiye gazetesinden.

Kaynak mı? 15 Mart 2010 tarihli Hürriyet gazetesi… Yorum mu? Size ait…

* * *
Bu haftaki kitap önerimiz Afgan bir yazardan… Khaled Hosseini'nin Everest Yayınları'ndan çıkan “Uçurtma Avcısı” adlı romanı…