Parası olanlar her şeyi satın alacağını sanırlar! Oysa, paranın "satın" alamayacağı "değerler" vardır... Biran eski Türk filmleri geldi gözümün önüne. Konusu daha ilk sahnede belli olan, komik, traji komik filmler... Destansı aşkların lime lime edildiği, üçüncü hamur kağıt gibi buruşturulup bir kenara atılan konular. Alışmıştık. O günlerin duygusal filmlerine... Başladığı gibi biterlerdi. Aşk, ihtiras, fedakarlık... Oğlan fakir, kız zengin... Ya da tam tersi. Mutlu olurduk bu filmlerden. Matinede seyrettiğimiz filmi, suarede de izlerdik. Her iki gösterimde bir farklılık olduğunu zanederdik! Özellikle kadınlar çok etkilenirdi izledikleri filmlerden. Onlar için en güzel sinema filmi, kendilerini en çok "ağlatandı!". Bu yüzden bir hafta gösterimde kalan filme, neredeyse hergün gidenler olurdu. Tiyatro ve diğer seyirlik sahne gösterileri, sinema filmleri kadar ilgi görmediğinden haftada bir yenilenen filmleri gösterimden kalkana kadar neredeyse izlemeyen kalmazdı. AĞLAYA AĞLAYA ÖLDÜK! Bizim kuşaktan olup da böylesi bir anlatımı dinlemeyen ya da o şekilde oluşmuş ortamda bulunmayan kaç kişi çıkar? Her film dönüşünde, gidenler gitmeyenlere izlediği filmi sahne sektirmeden, bıkmadan, usanmadan anlatırdı. Filmin normal süresinden fazla süren "anlatım" muhabbeti şu tarifle devam ederdi :
- "Çok güzeldi gııız. Ağlaya ağlaya öldük valla!"
- "Anlatsana ya. Çok mu güzeldi?"
- "Nasıl anlatsam size... Hele bir sahne vardı ki, en çok o sahnede ağladık... Oğlan, sevdiği kızı kaçırmıştı. Kız tarafı kaçakların peşine düştü. Şu dağ senin, bu tepe benim izlerini sürdüler. Uzatmayım bacım, sonunda kaçakları buldular. Orda öyleymiş. Aileden izin çıkmadan ne oğlan, ne kız sevdiğini kaçıramazmış! Elleri silahlı vicdansız adamlar kızlan oğlanı görünce, ateş etmeye başladılar. Kıza sıkılan kurşunların önüne attı oğlan kendini. Tam kalbine isabet etti. Ağır yaralanmıştı. Oğlan gızın sevgilisi oluyor yani. Bir fırsatını buldu gız; yaralı sevgilisini sırtına aldığı gibi soluk almadan onu şehre kadar götürdü bacım."
Dinleyenler de en az anlatan kadar meraklı tabi :
- "Eeeee!..."
- "Esi mesi yok. Kız sırtında taşıdığı oğlanın kan kaybından öldüğünden habersiz düşe kalka taşıdı sevgilisini..."
- "Sonra?..."
- "Sonra bacım, hastaneye ulaştılar ulaşmasına ama, boşuna. Oğlan bir kere ölmüştü. Sedyeye yatırdılar. Başı yan tarafa, kolları sedyeden aşağı sarktı...."
Uzatmayalım. Filmin sonu anlaşılacak! İşte eski filmlerimizin hepsi biribirine benzer ve yine eski seyircilerimiz bıkıp usanmadan aynı filmi defalarca izlemeye gider, "salya-sümük" salondan ayrılırlardı!

ŞİMDİKİ FİLMLERDE MESLEK ÖĞRETİLİYOR!

Kasaba hayatı yaşanmıyor şu sıralar! Bazı şeyler kabuk değiştirdi... Sinemalar "çok salonlu" oldu. Hemen her salonda bir başka film izleniyor Salondan ayrılanların farklı görüntü ve farklı bir merak içinde oldukları derhal belli oluyor. Zevk ve değerlerin değiştiğini görüyoruz. Kimi polisiye, kimi korku, kimi duygusal filmleri tercih ediyor... Akla hayale gelmedik senaryoların sinemaya uyarlanmasında "görsel efektler" ve bilgisayar ortamında hazırlanan sahnelerle seyirci adeta "hipnoz" ediliyor! Kafalar karıştırılıyor... Adaletin hiçe sayıldığı konular işleniyor. İşsize "meslek öğreten" metodlara ver veriliyor; herkesin silahlandığı ortamlar "kapıdaymış" gibi duygu veriliyor! S
ilah "reklamından" farksız sahnelerin yer aldığı filmlerle gençlik tehlikeli alışkanlıkların içine çekiliyor. Çocuk yaştaki bireyler uyuşturucu tehlikesinin kucağına itilerek potansiyel tehlike haline getiriliyorlar. O duygu ve sevda yüklü filmlere pek rastlanmıyor artık.. Gösterilen eskilere ise "nostalji" deniliyor!