Toprak mülkiyetinin devlete ait olduğu, bütün vatandaşların yöneticinin kulu/kölesi olarak muamele gördüğü, devletin gücüne karşı vatandaşların haklarını koruyacak ve devlet ile vatandaş arasında iktidar kullanımını dengeleme işlevi görecek hiçbir ara kurumun gelişmesine imkân tanımayan yönetim tarzına doğu despotizmi deniyor. Karl Marks tarafından Asya tipi üretim tarzı olarak tanımlanan bu yapının oryantalist bir bakış açısıyla ele alındığını düşünebilirsiniz. Ancak burada Marks?ın oryantalist olup olmadığını tartışmaya açacak da değilim.
Yukarıdaki tanımlamaları Osmanlı devlet düzeni açısından ele alırsak söylenenlerin yabana atılamayacağını kabul etmemiz gerekir. Bu noktada gerçek şu ki Kemalizm modern devlet anlayışını yerleştirme adına yola çıkarken böyle bir yapının üzerinden temellendirmeye çalıştı Cumhuriyeti? Ancak Kemalizm?in Cumhuriyetin kuruluş aşamasında bu köklerden kurtulması da mümkün olmadı. Çünkü köklerindeki İttihat Terakkici gelenek ve sonrasında Fevzi Çakmak-İsmet İnönü çizgisinde belirginleşen ?devletçilik? anlayışı, devletin ?baba? olduğunu modern devlet kisvesi altında sunarak yeni bir toplum düzeni inşa etmeye çalıştı.
Bu ?yeni? sistem içerisinde herkes eşitti; ama George Orwell?in ünlü ?Hayvan Çiftliği? romanında olduğu gibi bazıları biraz daha eşitti. En büyük eşitsizlik, eşit olmayanlara eşitmiş gibi davranmaktı.
Ve gelinen noktada ?biz? hiçbir zaman modernleşmedik/modernleşemedik. Bizim modernleşme tarihimiz koca bir yalandan, beyhude bir çabadan ve ?mış/-miş ekini modernleşmeyle ilgili eylemlerin kipi olarak kullanmaktan ibaret kaldı.
Dolayısıyla ulusal basında bir gazetenin haber yaptığı ve diğerlerinin de günler sonra haber yapmak zorunda kaldığı Kürt köylü kızı Ceylan?ın ölümü ve sonrasında gördüğü muamele modern devlet sisteminin genel yapısal kuralları içinde düşünüldüğünde kabul edilebilir bir durum değildir.
Çünkü modern devlet dediğimiz şey tüm aksaklıklarına/eksikliklerine rağmen öldürmeyi değil, yaşatmayı merkeze koyan siyasi, hukuki ve sosyal bir sistemdir. İşte tam da bu noktada Demokratik açılım çalışmaları ve AB süreci bu açıdan önemlidir ve yine tam da bu noktadan sormak gerekir: Kemalizm?in ?muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefi?nden saparak Kemalizm?in arkasına nereye kadar saklanılabilir? Cumhuriyetin kurucu partisi ve günümüzün ana muhalefeti durumundaki siyasi yapının hem Demokratik açılım hem de AB sürecinin baş aktörlerinden birisi olması gerekmez miydi? Hangi vicdan sahibi 30 yıllık süreçte iyice kangrenleşmeye başlamış bir sorunun çözümünün karşısında durur? Ülkenin bölünmez bütünlüğünden bahsedenler acaba en son hangi seçim döneminde malum illere gitmiştir? Oralardan hiçbir oy beklentisi olmayanlar aslında teorik ve pratik anlamda zaten ülkeyi bölmemişler midir? Demokratik açılım sürecini destekleyenleri akıl almaz ithamlarla suçlayanların niyetlerini bu noktada sorgulamak gerekmez mi aslında?
Gelelim iktidar partisine? AKP iktidarı bugüne kadar sorunun çözümüne dair tespitler yapmaktan öteye geçememiştir maalesef? Kısa, orta ve uzun vadeli çözümlerden bahsedilse de ortada ne fol ne yumurta bulunmaktadır. Doğrudur, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü pat diye gerçekleşebilecek kadar sıradan ve yüzeysel değildir. Kamuoyu son kongre sürecinde bizzat Sayın Erdoğan?ın söylediklerinin takipçisi olmalıdır.
Demokratikleşme ve Kürt sorunun çözümüne dair bunca lafın ve tartışmanın geri dönüşünün olmadığı da bilinmelidir. Aksi halde herkesin kaybedeceği açıktır.
Yazımıza Karl Marks?la başlamıştık, onunla da bitirelim: Katı olan her şey buharlaşır?