O’nu çocukluğundan beri tanırım. Deyim yerindeyse gözlerine bit düşmüş gibi çalışırdı. Mesleğine şevkle, heyecanla, aşkla bağlıydı.

Eski Et Hali’nin orta kapı tabir ettiğimiz geçitin karşısındaki küçücük dükkanlarında babası ve kardeşleriyle birlikte çalıştıkları zamanı hatırlıyorum.

O zamanlarda insanlar acaba daha mı mutluydu? Yarın kaygıları, istikbal endişeleri bu kadar keskin değildi herhalde diye düşünüyorum. Çevredeki esnafla, dost ve arkadaş sohbetleriyle, bir taraftan iş tutulur, diğer taraftan neşe dolu diyaloglar birbirini izlerdi.

Yıllar ne çabuk geçti. Önce büyükler kayboldu. Zamanlı, zamansız, aniden yitip gitti canlar. Mekanlar ıssız, sokaklar bomboş kaldı.

Zamana ve mekana mana üfleyen o insanların yokluğuyla daha da yavanlaştı, tatsız, tuzsuz bir hal aldı şehir.

Sonra bütün meslek grupları çekip gittiler. Şehrin dışında kendilerinin olmayan bir hayata mecbur bırakıldılar.

Kimileri uyum sağladı. Kimileri bu yeni yaşam alanlarıyla bir türlü barışık yaşayamadı. Geleneksel yaşam babadan oğula akan hayat tarzının dışında saydığı bu suni oldukça yapmacıklı tarz onlara uymadı.

Şehrin dışına itelenen insanlar mutsuzdu artık. Kimileri dertten, kederden sağlığını kaybetti. Hayata küstü. Birdenbire düştüğü boşluğu kabulde zorlananlar amansız hastalığa yakalandılar. Yirmi yıl, otuz yıl önce hayata havlu attılar.

Hemen hergün caddelerde sokakta rastlaştığımız bu insanları aylar yıllar varki göremiyorduk. Öldü mü kaldı mı bilemiyor, tesadüfle karşılaştığımızda çocuklar gibi seviniyorduk.

Neticede bizler duygusal insanlardık. Bu şehri sonsuz bir aşkla sevdiğimiz kadar, bu şehrin insanlarınıda seviyorduk. Hala ısrarla ve inatla seviyoruz ve sevmeye devam edeceğiz.

O çocukluğundan beri tanıdığım ayakkabıcı arkadaşımı en son gördüğümde hal hatır faslından sonra ayaküstü sohbete koyulduk.

Mesleğin yapılamaz hale geldiğini bütün boyutlarıyla ve etken maddeleri birbir sıralayarak anlattı.

Dükkanını satmak zorunda kaldığını ve bir meslektaşının yanında işçiliğe başladığını anlattı. Giderek ağırlaşan kelimeler dudaklarından dökülürken, göz pınarlarındaki yaşları daha fazla durduramadı. Ağlamaya başladı.

“Ben bu mesleğe 48 yılımı verdim arkadaş” diyordu, sitemkardı. “Ben bu durumu haketmedim”

Bu feryat, aslında sadece o ayakkabıcı arkadaşıma ait bir ruh halinin bir dışa vurumu değildi elbet.

Küçücük dükkanlarında yarı emekçi, yarı sermayedar bir katmanın yani orta sınıfın sessiz çığlığı isyanıydı.

Mesleğine şevkle heyecanla ve aşkla bağlı onbinlerce esnafın yok olmasına neden olan ve dünyada başka bir örneği bulunmayan hilkat garibesi bir ekonomik anlayışın vede ihanet derecesindeki gafletin sonucuydu.

Buradan çıkarttığım sonuç şu : Bu ülkeyi yaban ellerinden aldığı direktiflerle uçurumun kıyısına getirenler hiçbir zaman o ayakkabıcı arkadaşımın gözyaşlarına layık olamayacaklar.

O ayakkabıcı arkadaşım gibi onbinlerce, yüzbinlerce emekçinin ve onların aile efradının veballeri ve hakları müsebbiblerini mezara kadar bir gölge gibi takip edecek.

Bütün ezilenlerin ve mazlumların Allah’ı onları Kahhar adıyla mükafatlandırsın inşallah...