Vuvuzela… Yerel kültürün ürünlerine değer vermek, özgünlüklerini sindirebilmek “çağdaş uygarlığın” bir gereği olabilir. Lakin bu vuvuzeladan dolayı Dünya Kupası mı seyrediyoruz, yoksa arı kovanına mı düştük, işte orası belli değil. Hiç bitmek bilmez bir vızıltı/uğultu… Sanki bir laboratuvarda binlerce iğneyi beynimize batırıp denek olarak kullanıyorlar hepimizi. Aslında sorun, adına vuvuzela denen o plastik zımbırtıda değil, n'olacak insan ona da alışır. Nasıl olsa “fukaralık kırk gün…” Ancak asıl mesele başka… Şöyle ki: Futbolun kendine ait bir müziği zaten var. Hem de oyunun her anında var olan çok sesli bir müzik… Seyirci/taraftar dediğimiz kalabalıklar bu çok sesli müziği seslendiren en önemli koro değil midir? Futbol oynamak da seyretmek de bir duygu seline kapılmak gibidir. Bir gol pozisyonu olur, yüreğimiz ağzımıza gelir, rakip taraftar derin bir nefes alır. Biz golcümüze veryansın ederken, rakip taraftar kalecisini alkışlar. Bir oyuncu çıkar, aniden müthiş bir şut atar, top kıl payı direği sıyırır/direkte patlar, tribünlerden bir uğultu kopar. Hakem “buz gibi bir penaltı”yı vermez, taraftar öfkeyle ayağa kalkar. Takımın 10 numarası/yıldızı savunmacıların belini kırar, tribünlerde bir coşku rüzgârı eser. Kazmanın teki, adama patküt diye girer, kemik sesleri şehrin öteki ucundan duyulur. Top filelerle buluşur, koca bir seyirci/taraftar kitlesi havalara uçar, neşeli gülücükler, heyecanlı bağırış çağırışlar stadın her tarafında yankılanır… Öte tarafta herkes karalar bağlar, kimi teknik direktöre, kimisi de adamını kaçıran kazma/angut savunmacıya ateş püskürür, yanaklardan süzülen gözyaşları, hıçkırıklar, katıla katıla ağlamalar… Rüzgârda dalgalanan korner bayrağının hışırtısı dahi o çok sesli müziğin bir ezgisi değil midir?.. 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'nda böyle çok sesli bir müziği duymak mümkün mü? Vuvuzela tribünlerdeki çok sesliliği yerle bir etti. O susmak bilmez tekdüze/monoton vızıltı bütün sesleri karanlığa boğdu. Rengârenk giysiler içinde neşeli ezgilerle dans eden Ganalı/Kamerunlu/Nijeryalıları, aşk acısı gibi tınlayan şarkılarla tezahürat eden Arjantinlileri, bir portakal bahçesi gibi dalgalanan Hollandalıları, bira gibi köpüren Almanları, hiç susturulamaz sandığımız İngilizleri silindir gibi ezdi geçti, vuvuzela… "Son Maradona" Messi yeşil zeminde dans ediyor, bizim Kayserili Süleymanou topu her zamanki gibi elinden kaçırıyor, gurbetçi delikanlı Mesut Özil araya harika bir pas atıyor, İngiliz armut kaleci Green adeta yumurtluyor... Ama duyulan tek şey vuvuzela sesi… Vuvuzela böylece futbolu futbol yapan bütün duyguları/sesleri/müziği öldürüyor. Adeta Dünya Kupası'nda Güney Afrika'nın borusu ötüyor. FİFA Başkanı Blatter bunun bir gelenek olduğunu, Güney Afrikalıların maç seyretme biçimine saygı duyulması gerektiğini söylüyor. Doğru söylüyor, bu bir gelenek… Ancak ne var ki kendisinden başkasına yaşam hakkı vermeyen, bütün sesleri yok eden bir gelenek. Hakemin düdüğünü bile… Devlet ve bireyin faşizminden sonra böylece futbolun faşizmi ile de tanışmış oluyoruz vuvuzela sayesinde. Evet, vuvuzela da futbolun faşizmidir... Jabulani ve diğerleri… 1930 Uruguay Dünya Kupası'nın resmi topu “Tiento” ile başlayan ve 1962 Şili'de “Santiago”, 1970 Meksika'da “Telstar”, 1974 Almanya'da “Telstar ve Chile-Durlast”, 1978 Arjantin'de “Tango”, 1982 İspanya'da “Tango Espana”, 1986 Meksika'da “Azteca”, 1990 İtalya'da “Etrusco Unico”, 1994 ABD'de “Questra”, 1998 Fransa'da “Tricolere”, 2002 Japonya/Güney Kore'de “Fevernova”, 2006 Almanya'da “Teamgeist” ve 2010 Güney Afrika'da “Jabulani” ile devam eden bir Dünya Kupası futbol topu geleneği söz konusu… Dünya Kupası topları geleneği bu turnuvaların en önemli parçalarından uzun bir zamandan beri… Ancak her defasında bu futbol toplarıyla ilgili tartışmalar turnuva boyunca sürer gider ki bu tartışmalar da adeta Dünya Kupaları'nın birer geleneği olmuştur. Bu tartışmalarda herkes “topu topa tutar…” Önce yeni bir top tasarlanır, sanki çok gerekliymiş gibi… Sonra bu yeni meşin yuvarlak gelmiş geçmiş en iyi top ilan edilir. Devamında futbolcu tayfası başlar bu yeni topla ilgili “atıp tutmaya…” Bu çok bildik senaryoya/filme tanıklık ettik yine… Bu defa tekmelenecek, kafa atılacak, ayaklar altında süründürülecek kurbanın adı “Jabulani”ydi… “Jabulani” Nijer-Kongo dil ailesi içinde yer alan Afrika'nın yerel dillerinden sayılan Zulu dilinde “kutlamak/sevinmek” anlamına geliyormuş bu arada… Halbuki bıraksalar bu işleri de futbola/oyuna baksalar daha iyi değil mi?..