Anılar… İlk göz ağrımızdı 1986 Meksika Dünya Kupası… İlkler unutulmaz derler ya, öyle de oldu gerçekten. 10 yaşındaydık ve 10 numaralı formasıyla Maradona'nın önünde eğilen büyük bir futbol cemaatine tanıklık ediyorduk o yıllarda. “Tanrı'nın eli”nin futbola da karıştığını öğrendiğimiz yıllardı aynı zamanda… Pele romantik bir futbol efsanesiydi bizim için, Maradona ise gerçek… “Tin, tin, tin Arjantin” ilk öğrendiğimiz Dünya Kupası tezahüratlarındandı ve tabii ki “Meksika dalgası…” Sol ayaklı Platini, kafa golcüsü Rumenige, Beyaz Pele Zico, Keçisakalı Altobelli ve daha niceleri… Kamil Ocak'ı her sezon ikinci adres belleyişimiz de o günlerden kalma bize… Gruplar… Dünya Kupası'nın en güzel ve en yoğun evresi olan grup maçları sona eriyor. Grup maçlarındaki futbol kalitesi tartışılsa da birer “tanışma faslı” olduğundan göz yumulabilir. “Adam olacak takımlar” her ne kadar grup maçlarında kendilerini belli etseler de gruplarda zorlanıp sonrasında beklenmedik yerlere gelen takımlar da olmuştur her zaman. Nitekim kupa yeni başlıyor… Latin rüzgârı son sürat esiyor bu arada: Dunga ve Kaka'nın Brezilya'sı, Maradona ve Messi'nin Arjantin'i, Javier Aguirre ve Dos Santos'un Meksika'sı, Oscar Tabarez ve Lugano'nun Uruguay'ı, Marcelo Bielsa ve Tello'nun Şili'si, Gerardo Martino ve Santa Cruz'un Paraguay'ı… Şimdi grup maçlarının sonuna yaklaşıldı; sırada “ölümün habercisi” tek maçlık düellolar var. Geniş boşluklarda haldır haldır top koşturmanın yerini dar alanda kısa paslaşmalar alacak. Artık yüksek gerilim zamanı... “Turnuva takımı” Almanlara bir şeyler olmuş; o eski can sıkıcı futbollarından eser yok şimdi. Brezilya gibi güzel paslaşıyorlar, Hollanda gibi güzel kaybediyorlar. Onların total futbolu bu kadar iyi oynayacakları kimin aklına gelirdi? Fakat bu çok doğal; çünkü 1974 Dünya Kupası'nın yıldızlarından Almanya Milli Takımı'nın en tanınmış eski oyun kurucularından Günter Netzer'den sonra ilk defa tek pasla kilidi açabilen dâhi bir oyuncuya sahipler: Mesut Özil… Hollanda… Sevgili portakallar… O nefret ettikleri Almanlar bu sefer onların formasını giymiş sanki. Total/işlevsel futbolu bu kadar iyi oynayan ikinci bir takım yok. Snejder, Kuyt, Fabregas tek başlarına yetmiyor, gözler Ariel Robben'i istiyor yeşil zeminde… Brezilya eski sambacı Brezilya değil artık… 1994'te hayata geçirmeye başladıkları İtalya'ya dönüşme projesinin son aşamasına varmışlar. Maicon, Lucio, Juan ve Felipe Meleo gibi savunmacılar öndeki top cambazlarından daha etkili... İspanya dünya futbolunda bir ilk belki de… Bir kulüp takımını taklit eder gibi oynamaya çalışıyorlar; Barcelonavari çok pasla rakibin başını döndürüp sonuca gitmeye çalışıyorlar. İniesta'nın yokluğunu David Villa doldurmaya çalışsa da pek olmuyor. Fernando Tores İspanyollarda saç bırakmayacak böyle devam ederse… Ayew'li Gana, Donovan'lı ABD, Vittek'li Slovakya, Park Ji-Sung'lu Güney Kore, Honda'lı Japonya… Hem takım oyunları hem de yıldızlarıyla gruplardan çıkmayı başararak Dünya Kupasına renk kattılar. Dünya futbolunda yükselen yeni değerler oldular. Sürprizler… Sürprizsiz Dünya Kupası olmazdı tabii ki… Elbette kimin harikalar yaratıp kimin çuvallayacağı büyük bir merak konusuydu grup maçları öncesinde ve ilk olarak Domenec'in Fransa'sı “le adieu (elveda)” derken Lippi'nin İtalya'sı da “arrivederci (yeniden görüşmek üzere)” dedi kupaya… Zaten Del Pierro ve Totti'siz İtalya pek zevk vermiyordu artık. İspanya'nın İsviçre ve Almanya'nın ise Sırbistan mağlubiyetleri ile İngiltere'nin ecel terleri döktüğü bir grup maçları serisi izledik. Avrupa şu günlerde ekonomi de olduğu gibi futbolda da sancılı günler geçiriyordu ve Kara Kıta futbol yoluyla da olsa beyaz adamdan/Avrupalılardan intikamını alıyordu sanki.